29 Eylül 2009 Salı

Son Osmanlıya Veda


Osmanlı'nın sarayda doğan son ferdi de dün itibari ile toprağa verildi. Böylece monorşiler içindeki tek hanedana dayanan en uzun ömürlü devletin son kalıntıları da artık yok. Bu durumda bende bir hüzünle beraber kafa karışıklığınıda beraberinde getirdi. Hüzünlüyüm çünkü, nostaljikte olsa Osmanlı'ya bir hayranlığım var. O tüm doğu için son büyük medeniyet zirvesiydi ve ondan beri doğu hep ezilen ve yenilen durumunda. Kafam karışık çünkü şimdiye kadar yok sayılan bir ailenin son ferdinin cenazesine olağan üstü bir ilgi gösterildi ve bunun ne anlama geldiğini bulamıyorum. Cenazesinin Sultanahmet'ten kaldırılması da bir başka ilginç ayrıntı oldu. Sanırım bir ölümün üstünden Türkiye'nin tarihi ile barıştığını daha net görebiliriz. Artık bize ağırlık yapan ve geriye çeken şeyleri aşıyor muyuz ne???.

11 Eylül 2009 Cuma

Ben de Modernim Ne olmuş ??


Taktım resmen ! Modernlik kavramına taktım. Utanmıyorum da takmaktan. Bence herkes biraz takmalı. En azından takacaksak bu modernliğe takmalıyız. Birileri takması lazım o niye ben olmayayım??

Modernlik, kısaca "yeni olan herşey iyidir" demek. Değişim şarttır modernleşme için. Herşey sürekli kaos içinde olmalı ve sürekli yenilenmelidir. Zannedildiği gibi teknolojik olarak ilerlemiş olmakla modern olmak aynı şeyler değildir. Mesela 1990 lara kadar Japonya teknolojik olarak ileri bir ülke iken modern bir ülke değildi. Halâ da tam olarak değil.

Modern insan büyük şehirlerde oturmaya alışmış olmalıdır. Belli bir geliri, gideri ve geleceği/kariyeri olmalıdır. Hayatında herşeyi sigortalı olmalıdır. Kendini güvende hissetmelidir ama neye karşı güvenceye ihtiyacı olduğunu düşünmemlidir.
Sürekli kendini geliştirmelidir (?). Kariyerini, ilişkilerini, yeteneklerini vücudunu...Kendine tapmalıdır adetâ !
Problemleri makro olarak değil mikro olarak ele almalıdır ve sadece kendi problemleri ile ilgilenmelidir. Ailesi bile mikro aile ya da "çekirdek" aile olmalıdır. Sosyalleşmek adına abidik gubidik ortamlara girmeli ama en yakın akrabaları için zamanı olmamalıdır. Delice tüketmek için içinde bitmez tükenmez bir şehvet olmalıdır. Şehvet derken cinselliği de unutmayalım. Bir sürü reklamda beynine küçük yaştan itibaren şehvani arzular pompalanmalıdır ki tam olarak modern olsun.

Hayatın aslında çok kısa olduğunu unutarak saatlerini trafikte harcamalı sonra yıllık izin adındaki kısacık zaman dilimini nasıl geçireceğini aylarca planlamalıdır.

Geçmişe ait ne varsa tû-kaka edebilmelidir. Bir çırpıda tüm tarihi birikimleri red edebilmelidir. Kendine ait olmayan değerlere açık olmalıdır ama kendi gibi düşünmeyenlere ise bir o kadar acımasız olmalıdır. En nefret ettiği şey gericilik olmalıdır ama gericiliğin ne olduğunu tıpkı modernliğin ne olduğunu bilmediği gibi bilmemelidir. Modern insana göre herkes modern olmalıdır.

Hümanist olmalıdır modern insan. Ama human dediği kişiler için ayrıca tabirleri ve sınırları olmalıdır. Yaratılan olmak onun için yeterli değildir asla. Human olmak için modern olmak ön şarttır.


Ve en önemlisi tüm bunları da gönüllü olarak yapmalıdır...


10 Eylül 2009 Perşembe

Kargaşadan Kurtarılması Gereken Kavramlar


Sürekli şikayet ettiğim konulardan biri kullanımda bulunan kelimelere herkesin farklı anlamlar yüklemesidir. Aynı dili konuşupta birbiri ile anlaşamayan bu kadar çok insanın olduğu bir toplum olduğunu sanmıyorum. Özellikle benim gibi kendi dilini inşaâ etme iddiasında olan ve kelimeleri sözlükteki anlamı ile kullanmaya gayret eden biri içi bu durum daha büyük bir ızdırap oluyor.

Bu kargaşa içinde anlamlara sahip kelimelerin genelde politik, dini ve sosyal terimler olması ise başlı başına bu alanlarda son dönemlerde toplum olarak yaşanan teorisyen sıkıntımızın adetâ kanıtı. Hep söylediğim gibi bizim iyi mühendislerimiz ve bilim adamlarımız var ama sanatçı ve teorisyenlerimiz yok. Bu da toplum olarak medeniyet seviyemizin yükselmesini engelliyor ve teknik olarak ilerlemekle birlikte bunu destekleyen kültürel altyapıyı oluşturamıyoruz. Nitekim felsefesi ve ideali olmayan bir toplum haline dönüşmemizin ve netice itibari ile eklektik bir elitizm ile kroluk derecesinde bir köylülük arasına sıkışıp kaldık. Kendi sentezimizi yaratamıyoruz bir türlü.

En çok kavram kargaşası yaşadığımız kelimeler ise;

Millet ve milliyetçilik
Laiklik
Şeriat

Aşk
Dindarlık
Alevilik
Türklük
Müslümanlık
Takiyye
Modernlik
Gericilik / İrtica
Demokrasi
Müttefiklik / Stratejik ortaklık
Atatürkçülük

Cinsellik


Dahası da var ama şimdilik ana hatları bunlar. Bunları bir yerli yerine oturtalım gerisi gelir.



9 Eylül 2009 Çarşamba

Tut Bizi Ey Oruç, Kıl Bizi Ey Namaz...Vıcık Vıcık Bir Ramazan


Kalıplar ve şekiller çerçevesinde yaşamaya, yaşayanlara ve yaşamak zorunda hissettirenlere karşı bu bünye de acayip bir alerji var. Herşeye tahammül edebilen bu bünye, bu konulara tahammülde acayip zorlanıyor.



Son yıllarda bir tür yeni Ramazan şekli oluştu. Ramazan çadırları ile başlayan bu kamusal ramazan, Sultanahmet, Eyüp gibi manevi merkezlerde düzenlenen panayır ve eğlencelerle zirve haline ulaştı. Buna eşlik eden medya ise ramazandan ramazana ortaya çıkan bıyıklı hocaların işgali altında. Dahası, her avâm şeyde olduğu gibi halk bu tür bir ramazan algısına o kadar sarıldı ki; bunun ne kadar yanlış olduğunu gören ve dillendiren kimse yok sanki. Ailelerin iftarı Sultanahmet'in o mahşeri kalabalığında açmak için girdikleri yarış beni resmen şok ediyor.



Ama bu resim içinden en gıcık kaptığım figürleri bıyıklı hocalar. Bir hoca nasıl hoca olur bu memlekette bir türlü anlamıyorum. İpini koparan, ağzı 2 laf yapan ve avamın lisanı ile konuşan kim varsa ekranda vaaz veriyor. Bir sürü teknik fıkhi konuya dalıyor ama kaç kişinin ruhuna tatlı bir huzur veriyor bilemiyorum. İnsanların bilmeye ve korkmaya değil hissetmeye ve yaşamaya ihtiyacı var. Cennet ve Cehennemi bir ödül veya ceza yeri gibi gösteren, okul çocuklarına ders anlatan öğretmen edasının hala prim yapıyor olması sanırım toplumun en ezik yönü. Halbuki; cennet ve cehennem için mi ibadet yapılır? Ramazan şuuru bu mudur? Yoksa Yaradan'ın ile samimiyeti arttırıp içindeki yaratılan duygusunun ne demek olduğunu hissetmek midir?

Aslında insanlara olayın mantığını anlatmak lazım değil mi? Neden aç kaldıklarını? Kime ne yararı olduğunu? İnsani şuur ne demek olduğunu? Yaşamadan inanmanın bir anlamı olmadığını, inandım demekle de inanılmadığını bunu hissetmedikten sonra inanmakla inanmamak arasında bir fark olmadığını falan anlatmak lazım. Ancak o zaman din asli vazifesini yerine getirecektir. Yoksa bıyık hocanın dediği gibi ibadet yapıldığında ya da ramazandan ramazana camiye gidildiğinde değil.


Ne kadar anlatsamda konuyu bütünlüğe ulaştıramıyorum zira, bir insana inanmanın ne demek olduğunu nasıl anlatırsın ki? Hayatının hafifleten tüm yüklerden kurtaran ve herşeye anlam veren bu duyguyu kelimelerle anlatmak mümkün olsaydı keşke...

5 Eylül 2009 Cumartesi

İstanbul Sen Geceleri Daha Güzelsin


Beraber oturduğumda konuşmaktan ve konuştuklarını dinlemekten keyif aldığım çok az insan var ve bunlardan bir kısmı ile cumartesi akşamı sohbet ve iftar etmek amacı ile buluştuk. Gecenin ilerleyen saatlerinde ise Galata'da hem Boğaz hem Haliç görünen bir mekanda sohbet ettik.


Ettiğimiz sohbetin güzelliği bir yana İstanbul'u hissetmek ayrı bir güzellikti. Uzun zamandır İstanbul'u ihmal ediyormuşum. Doya doya İstanbul'a gece baktım. Hasret giderdik. O sustu, sadece gözleri konuştu...


Genel bir görüşüm daha da pekişti: İstanbul geceleri daha güzel bir şehir. Gözüme çarpan tüm asimetri ve zevkten yoksun mimariyi gece örttüğünde göze sadece ışık denizi ile bence ustalıkla aydınlatışmış olan camilerin görüntüleri kalıyor. Bize ait ne varsa sanki geceleri ortaya çıkıyor. Nasıl biz aslında kendimizi geceleri inşaa edebiliyorsak, İstanbul'da kendini gece yeniden inşaa ediyor.


Ne kadar özel ve güzel olduğunu içine girmeden ve uzaktan baktığında anlamak daha kolay İstanbul'un. Güzel olduğunu herkes anlar ama özel olduğu konusunda yorum yapmak için kendimi otorite kabul edebilirim sanırım. Gördüğüm bir düzine ülke ve birkaç düzine şehirde eşi, benzeri ve emsali yok. İstanbul'u bir başka yerle kıyaslamak ise tamamen bir zuldür.


Kısaca, İstanbul bir yana dünya bir yana...

3 Eylül 2009 Perşembe

Anakronik Adam


Kafayı mı yiyorum yoksa entellektüel verimlilikte zirve mi yapıyorum karar veremediğim bir dönemdeyim. Ama ilk ihtimal daha makul görünüyor.


O kadar etrafıma yabancılaşmış durumdayım ki; ne düşündüklerim ne hayat pratiklerim ne de hissettiklerim sosyal olarak aynı ortamı paylaştığım insanlarla benzerlik gösteriyor. Tamamen zamanın dışında beklentilerim, hayal kırıklıklarım ve hüzünlerim var. Beni mutlu eden şeyler ise cemil cümleden tamamen ayrı. "Bu zamanda böylesi" şeklindeki muhabbetlerin vazgeçilmez konusu benim. Ya da "bu zamanda böyle yaşanır mı?" muhabbetlerinin. Hem + hem - anlamda bu kadar ortak muhabbete konu olabilmeyi de nasıl değerlendirmem lazım bilemiyorum.


Benim için çok sıradan bir yaklaşım olan bir durum bazıları tarafından bir erdemmiş gibi algılanırken, yine benim için hayatın ta kendisi olan bir düşünce tarzı yine bazıları tarafından ultra marjinal algılanıyor ve tû-kâkâ ediliyor.


Bu bir yalnızlık feryadı değil. "Beni kimse anlamıyor" geyiklerinden ise nefret ediyorum. Sadece bir merak... İnsanları ve onların insan olmaktan kaynaklı zaaflarını anlayabiliyorum. Neticede bende bir insanım. Ama zaaflarını bilen ve en azından bunları minimize etmeye çalışan biriyim. Fakat öyleleri var ki; daha kendilerinden bi-haberler. Ne potansiyellerini ne de zaaflarını irdeleyebilmişler. Hep şikayet ettikleri yalnızlık içinde olmalarına rağmen azıcık kendileri üstüne düşünmeye zaman ayırmayan insanlarla dolu heryer.


Bu zamanda değilde ne bileyim biraz daha ileri bir gelecekte yaşasam acaba diyorum insanlar daha az maddiyatçı daha çok uhrevi olurlar mıydı?