29 Aralık 2009 Salı

Hayatımda İzlediğim En Güzel Film: AVATAR


Öncelikle şunu söyleyeyim. Eğer filmi izlemeyen varsa, bu yazı spoiler içermektedir. Okuyacak olan ona göre okusun :)

Bu blogu 2 yıla yakın bir süredir tutuyorum. Şu ana kadar sadece Can Dündar'ın Mustafa filmi ile ilgili yorum yazmış biriyim ki o da belgesel tarzında bir yapımdı. Filmlerle ilgili yorum yapmak bana göre değil. Ama ...

Aması şu ki; insan 28 yaşına kadar birçok film izleyipte en güzeli "bu"dur dediğinde özel bir durum oluştu demektir. Benim film anlayışım tıpkı kitaplardaki anlayışım gibidir. Bol felsefe, bir sürü bilgi ve mümkünse mizah ile romantizm.

Avatar'da bunlardan hangileri vardı? Öncelikle ve ağırlıkla felsefe vardı. Matrix'in ilk bölümünden sonra en iyi felsefeyi bu film de gördüm. Sadece ingilizce bildiğim için anglo-sakson dünyanın fikir dünyasını takip edebiliyorum az çok ve bir süredir farkettiğim birşeyden bu film ile emin oldum. Batı kendisi ile yüzleşiyor. Ekonomik bunalımın da süreci hızlandırması ile beraber felsefik yokluk yaşanıyor Batı'da. Post modernizm'in de sonuna geldiğimize artık inandım. Neyse, bu yorumumum film ile alakası ise, daha önce western tarzı filmlerle kızılderelilere yaptıklarını haklı çıkarmaya çalışan Holywood bu film ile adeta günah çıkarıyor. Kendisi haricinde ki varlıkların yaşam alanlarına saygı duyması gerektiğine dair çok iddialı bir gönderme var. Tabii, çevre felaketlerinin de gelmesi ile bu göndermeyi çevre üzerinden yapıyor ve bunu da gayet iyi yapıyor. Ama özünde batı kültürünün "biz bu dünyaya ne yaptık?" sorusunu kendisine sorması var. Tüm entellektüel batı dünyası şimdilerde bunu konuşuyorken gelipte bu filmin vizyona girmesi tesadüf olamaz. The Economist'in başlığı bile kapitalizm'in moral değerlere etkisi ile ilgiliydi yılbaşı özel sayısında.

Filmdeki karakterleri tek tek tahlil edecek halim yok ama oluşturulan çevre şahaneydi. Hayatımda ilk kez 3D film izledim ve cidden etkilendim. Ama daha çok etkilendiğim inanılmaz bir hayal gücünün ürünü olarak oluşturulan ekosistemdi. Yüzüklerin Efendisi'nden bile iyi bir çevre oluşturulmuştu. Çevre ne kadar güzelse insanların kullandığı araçlar da bir o kadar çevre ile tezat ve korkunç yapılmıştı ki bu çok dikkatimi çekti. Her ne kadar animasyon ve fantazi tarzına ilgi duymuyor olsam da görselliğe hayran kaldım. İşçilikte şahaneydi. Mavi yaratıkların da oldukça güzel tasarlandığına inanıyorum. Büyük yapılı olmaları da çok hoşuma gitti. Ve tabii ki, baştan oluşturulan ve gerçekmiş gibi olan kabile dili. Muazzam bir gerçeklik katmış..

Aslına bakılırsa konu çok orjinal değil. İnsanların kolonileşme geçmişi insanlık tarihi kadar eski ama kapitalizm tarihi ile beraber vahşi. Orjinal olan konuyu işleyenin vicdanlı davranmış olması. Ama filmin sonu konunun işlenişi kadar güzel olamamış maalesef. Tipik bir Amerikan filmi edası ile bitiyor. Romantizm kısmında ise saçmalamışlar resmen. Çok ucuz bir romantizm var. Filmde esas kız diye birşey yok aslında. Normalde alışık olduğumuz en alakasız filmlerde bile olan taş gibi bir hatun yok. Azıcık biraz seksi bir kadın pilot imajı yüklemek istemişler ama saçmalamışlar resmen. Eksiklikleri madde madde yazıcam:


1- İnsanlarla yerli halkın geçmişine ve ilk karşılaşmalarına dair çok az değinme var. Film bir ara kesitten başlıyor. Zaman kavramı muallak.

2-Madenden çıkarılan ve insanların orada olmasına neden olan şeyin ne işe yaradığından hiç bahsedilmiyor. Sadece fiyatı var.

3- Yerli halkın doğa ile olan ilişkisi mükemmel kurgulanmış ama prensesin çiftleşmeyi bir hibrit varlıkla yapmasının hiçbir mantığı yok ki çiftleşme de insanlarınkinden hiç farklı olmamış. Saçma...

4- Deist mi pagan mı belli olmayan bir Tanrı profili çizilmiş. Yerli dinine dair daha betimleyici olunabilirdi.

5- Filmin sonu çok göstere göstere geldi. Son yarım saat sadece efektleri için izlenir bence.
6- Nerdeyse hiç mizah yok.

Yaptığım tüm eleştirilere rağmen filmin olumlu özellikleri yanında çokbasit ayrıntılar olarak kalıyor. Sadece bunlar da olsa mükemmel olurdu. Ama daha iyisi yapılana kadar hayatımda izlediğim en güzel film olarak kalacak.

6 Aralık 2009 Pazar

Anlat Bakalım Paşam !


Bugünlerde ülkemi düşününce heyecanlanıyorum. Yaşlı olmamakla beraber ömrümde görmeyi hiç beklemediğim ve 10 yıl önce hayal bile edemeyeceğim şeyler oluyor ülkemde. Bir dönemin kuvvet komutanları sivil savcılara ifade vermek üzere çağıralabiliyor artık bu ülkede. Çok ilginç...

Tabii ki anlatacakları hiçbir şey yoktur. Ya da itiraf edecekleri. Ama çağırılmaları ve çağrıya icabet etmek zorunda kalmaları bile büyük bir devrimdir bu ülkede. Belki de Bab-ı Ali baskınından beri ilk kez askeri bürokrasi yaptıkları ve/ya yapmaya çalıştıkları için hesap verecek. Hesap verecek derken buna inanmıyorum yani herhangi birşeyin hesabının sorulabileceğine ama şu da artık mesaj olarak verildi, bundan sonra aklından bir yaramazlık geçirenin peşinin de bırakılmayacağı.

Bir kere ben asla demokratik bir insan olmadım olmayı da düşünmüyorum. Köküne kadar, sapına kadar elitistim. Merikrotik bir sistemin taraftarıyım. İyi, yetenekli, başarılı olanın vazifeyi alması gerektiğine inanıyorum. Ultra liberalim. İnsanların özgürce yaşamalarının varlık nedeni olduğuna inanıyorum. (Özgürlük ise başkasının özgürlüğü ile sınırlanmış bir alan değil. Gerizekalı post modern tanımlamaları reddediyorum.) Özgürlüğün ancak fırsatlar eşit olduğunda bir değer olduğunun bilincindeyim. Demokratik biri olmadığımdan da demokrasiye karşı yapılmış zart zurtla da ilgilenmiyorum. Burada beni ilgilendiren başka şeyler var.

İlk olarak Türkiye'de bir derin bir devlet kültürü vardır. Yeryüzünde ki medeniyetler içinde sadece Yahudi, İran, Roma ve Vatikan ile sonradan Rusya ve Britanya'da olan bir kültürdür bu. Bize süper olarak görünen tüm güçlerin arkasında hep bunlar vardır. Zaman zaman bir medeniyet öne çıkar zaman zaman bir diğeri. Ben şansız olarak geri de kaldığımız bir dönemde yaşıyorum. Bununla birlikte kadim bir devlet kültürü olan Türklerin asker milleti olduğunu da söylememe gerek yoktur. Biz gidipte mimariyi geliştiremeyiz. Alfabemiz olmaz. Büyük şairler çıkartamayız. Biz bu değiliz. Bizim bu dünyaya yaptığımız katkı bu bahsettiklerimi yapacak insanlara iklim sunarız.(Bizim topraklarımızda İbn-i Sina çıkar, Farabi çıkar, Hayyam çıkar, Fuzuli çıkar ama bunların hiçbiri zannetiğimiz manada Türk değillerdir belki ama öz be öz bu milletin unsurlarıdır.) Halbuki ve maalesef üstümüzde ki eziklik psikolojisi bizi yedi bitirdi son 150 yıldır. Bu psikolojinin bize yerleşmesinde de tanzimattan beri askerlerin rolü büyüktür. Ondan dolayı askerlerden hoşlanmamam normaldir.

İkinci olarak, bu ülkenin cumhuriyet sonrası döneminde ki tüm darbeler ülkeme 10'ar yıl kayıp ettirdi. Sonuçlarında da daha ezik daha içine kapanık daha korkak nesiller ortaya çıktı. Hepsi birleşerek geri kalmış ya da tiki tabirle "gelişmekte olan ülke" statüsüne bizi hapsetti. Şahsen bu durum egomu sarsıyor. Sen git dünyayı yönet hem de binlerce yıl sonra Misak-ı Milli'ye sıkış. Ben bunu kabul edemem. Kaldı ki devletin derin tarafı da kabul etmemiş ki paşaları çağırmış:)

Üçüncüsü, her insanın makam ve mevkisini zamanı geldiğinde bırakması gerektiğine inanıyorum. Gelmişin 70 yaşına hala devleti ele geçirmek derdindesin. Git güney kasabalarına emekliliğin tadını çıkar. Bırakta gençlerin önünü aç. Tecrübelerini teorik katkı olarak aktar. Fikirlerin varsa savun. Ama hizmet ettiğin ve sana maaşını ödeyen millete ihanet etme. Allah'ın cezası !!!

Bu paşalar darbe yapmak istemiştir istememiştir... Teşebbüs etmiştir etmemiştir...Beni hakikaten hiç ilgilendirmiyor. Sanırım mezun olan her harbiyeli zaten cumhuriyetin temel ilkelerini koruma misyonu çerçevesinde bir gün darbe yapabileceği hakkını kendinde görüyordur. Kimseyi zan altında bırakmak istemem ama 6.hissim bu durumun vâki oldğunu söylüyor. Halktan kopuk, tarihi değerlerine uzak bir ordunun bırak ülkeye kendine bile faydası olmadığını önce ordunun bizzat kendisi görmeli.

Ama ben ordumla da bir gün barışıcağım. Ne zaman ki ordu kendisini tekrar Peygamber Ocağı olarak nitelerse !

4 Aralık 2009 Cuma

Kitap Okur musun?


Hep derler ya "biz okur yazar bir toplum değiliz" diye. Gerçekten hak veriyorum. Tamam ülkenin gelir seviyesi ve tüketim miktarı öyle ya da böyle artıyor. Hatta Fitch bile kredi notunu 2 puan arttırdı. Artık rahat rahat daha da çok borçlanıp tüketebiliriz ve bu tüketimin bir kısmı da kitaplar olur. Ama nasıl kitaplara?


Ülkenin tüketiminin artması ile beraber kitap tüketimi de arttı. Bu çok aşikar. Ama tüketilen kitapların kalitesinde herhangi bir artış gözleyemiyorum. Satılan kitapların büyük kısmı devasa bir reklam kampanyası ile pompalanan ve popülerleştirilen roman ya da romanımsı kitaplar. Bu günlerde kendi çapımda da olsa, karşılaştığım insanlara kitap okuyup okumadıkları ile ilgili küçük sorular soruyorum. Nerdeyse herkes "tabii okurum" diyor. Ama okunanların tamamı abur cubur niyetine eserler. Sanki Türk neşriyatı işi gücü bırakmış roman basıyor. Zaten merkezi yerlerde gittiğiniz tüm kitapçılarda hep aynı eserler mevcut. Emeğe saygı bâb-ın da "eser" diyorum yoksa ne edebi ne de fikri bir değer taşımayan tüketim ürünleri. Hani cips yemenin yemek alışkanlıklarında yeri neyse bu tür kitapların da fikriyat safhasında değerleri o benim için.


En çok üzüldüğüm şeylerden biri ise "ciddi" olma iddiasında ki kitapların dahi popüler k0nuları baz alarak ve çok satma gayesi ile hazırlanıyor ve okuyucuya sunuluyor olması. Şöyle kallavi bir araştırma ve fikir üretme kaygısı olan ciddi eser sayısı da çok az.


Tek olumlu şey ise roman olsun araştırma olsun giderek daha iyi çevirilerin olması. Bu konuda özen gösterenlerin önünde saygı ile eğiliyorum. Ayrıca bu güzel çevirilere ilave olarak, kâr amacı gütmeyen sadece fikri dünyamıza katkıda bulunan eserlerinde daha çok raflarda görmek sanırım büyük bir istek olmayacaktır.


Dönelim kendini kitap okuyanlar sınıfına koyan zavallı kişilere. Diyorum ki; Ey ahallliiii...!! Uyanın onlar kitap değil. Onları okumak ile Aşk-ı Memnu'yu izlemek arasında bir fark yok.