30 Aralık 2012 Pazar

KITCHENETTE, Belçika Usulü Waffle ve Yalnızlık



Dün akşam itibari ile arkadaş olarak adlandırdığım şahsiyetlerden bekar kalan sonuncusunu da kayıp ettim. Bütün camia olarak yastayız. Hali ile beni yine bir yalnızlık psikolojisi kuşatmış durumda. Ayrıca, arkadaşım adına sevinmem gerektiği halde böyle hissettiğim için de ayrı bir aşağılık adam hissiyatım var ki ondan hiç bahsetmeyeyim.

Bir pazar gününde birkaç yüz lira harcayarak kendimi iyi hissedebileceğimi sanmıştım ama Capacity bile şu an ki psikolojime iyi gelemedi. Kitchenette tamamen bilinçli tercihlerimin neticesinde yediğim kazık belki kendime getirir beni ama an itibari ile umut yok.

Haftasonu bir şeyler yapabileceğim son insan da artık aramızdan ayrılınca yalnız başına yenilen Belçika usulü waffle ile çay sadece ağzımı tatlandırdı o kadar. Halbuki 2 çift lafın belini kırmaya olan ihtiyacım yerli yerinde duruyor.

Her geçen gün insanların neden evlendiklerini daha iyi anlamaya başlıyorum. Tamamen yalnızlıktan...Yoksa ideal eş, aşk, sevgi, muhabbet falan hep yalan. Çoğu kişinin bunları bulana kadar aramaya mecali ya da sabrı yok. Geriye benim gibi arayan bir küçük azınlık kalıyor ki onların da hali içler acısı (Bknz: Şekil 1-a)

Yine de aramakla bulunmaz bulanların ise sadece arayanlar olduğu felsefesine bağlıyım. Bu zaman kadar bekledim daha azına razı olmaya niyetim yok. En kötü ihtimalle pazar günlerimi çay, waffle ve kitap eşliğinde kitchenette yalnız geçiririm. Ne de olsa alışırım bir gün.

Napalım ?


18 Aralık 2012 Salı

Nefes Almak




Bugün sabah namazına kalktığımda bir perişanlık hissettim. Çok zor kalktığım gibi bir halsizlik de vardı. Bir de canım fena halde işten kaytarmak istiyordu. İtiraf ediyorum...



Bu yüzden işe gitmedim ki bu benim için oldukça sıra dışı bir davranıştır. Evde kalıp biraz ekstra uykunun üstüne keyif çattım. Kendimi resetledim de diyebiliriz. Yeni işe başladığımdan beri bir kaos içinde yaşayıp gidiyorum. Durup düşünmeye ve nasıl bir hayatım olduğunu değerlendirmeye ihtiyacım varmış meğersem.

Üzerimde hissettiğim baskını üstesinden gelmenin yollarını bulmam gerekiyor. Bugünkü düşünsel aktivitelerimin sonucunda ulaştığım tek cümlelik sonuç bu. Ama aslında daha büyük problem neden üzerimde baskı hissettiğim.

Gayet normal ve rahat bir hayatım var. Herhangi bir şeye karşı hırs duymuyorum ya da eksikliğini hissettiğim büyük bir şey yok. Olsaydı daha iyi olacağımı sandığım bazı şeyleri hala hayattan bekliyorum tabii ki ama bunlar olmazsa ne üzüleceğim ne de büyük hayal kırıklığına uğrayacağım.

İlginç olan şey ise hayatımı daha iyi yapacağını düşündüğüm hiçbir şeyin maddi şeyler olmaması. Sanırım bu yaşadığım ortamla yaşadığım en büyük ikilem. İnsanlardan çok ciddi olarak hayattaki beklentilerim açısından ayrışıyorum bu da etrafımı anlamamı ya da etrafımın beni anlamasını zorlaştırıyor. Evim yok, arabam da yok. Yaz tatillerinde de fellik fellik dolaşmıyorum ya da kızların peşinden de koşmuyorum. İstesem bunların hepsini biraz kasarak da olsa elde edebilirim. Ama neden kasayım ki? Hele bir de günaha girmeyi de beraberinde getirecek süreçlerden Allah korusun.

Bazıları için büyük imtihan olabilecek şeyler benim için çok basit aslında ve bunu Allah'ın büyük lütfu saymışımdır. Müptelası olduğum komformizim haricinde bu hayattan beklentisi olmamak yaşanılabilir bir ömür için çok kolaylaştırıcı bir unsur.

İşte tam bu noktada bir süredir yaşadığım stres ve hissettiğim baskının anlamını veremiyorum. Yaptığım işte Türkiye'de sayılı kişilerden olduğuma inanıyorum. Sapık gibi kapitalizme daha çok hizmet edicem diye insanlığımdan çıkmaya niyetim yok. Kendini geliştirme geyikleri altından o kurs senin bu sertifika programı benim dolaşmayacağım. Canım isterse ve yalnızca canım isterse belki bazı kurslara gidebilirim o kadar. Düzenli bir gelirim var ve bu da bana aileme rahatlıkla bakma imkanı veriyor ki Allah'ıma en çok bu konuda şükrediyorum. Bir yere CEO olmak için kassam belki olabilirim ama ceo olanları görünce pek de iyi bir şey olduğunu sanmıyorum. En azından benim için.

Durup dururken kendi kendime dert edinmeye başladığım konuları bugün tekrar düşününce kendimi resmen ayıpladım. Hem de kendime şunu tekrar hatırlattım:

"Müslümanın derdi olmaz."

Dert edinecek ahiretini ve davanı dert edin. Geri kalan şeyleri dert etmek de nerden çıktı ki...

11 Aralık 2012 Salı

Çin Yetmedi bir de HongKong...



Avrupa kıtası bana dar geliyor. Soluğu sarı benizlilerin diyarında aldım.

Hongkong ile başlayana 1 haftalık bir tur sonucunda Çin'i de görmüş olduk efenim. Hee dersen "gördün de ne oldu?" bu soruya verilecek tatmin edici bir cevabım mevcut değildir.

Hongkong ile başlayacak olursak söylenecek ilk şey bu kadar uzun süre uçacaksan en iyisi bussiness class uç derim. Gerisi sefillik. Bir de jetleg neymiş onu da anladım bu sayede. İnsanın şaftını kaydıran bir olaymış vesselam. Gerçi asıl jetleg dönüşte oldu o ayrı...

Küçücük bir ülke olarak Hongkong anakaradan oldukça farklı. İnsanların fiziki özellikleri, maddi durumu, para birimi ve direksiyon yerleri bambaşka. Çok kibar ve medeni insanlar öncelikle. Zenginlikte aşmışlar ama bu zenginliğe değecek yaşam koşulları olduğunu düşünmüyorum zira mekanlar hep dar ve çok pahalıymış.

Hava her daim sıcak. Burada 10 dereceyken ertesi gün 30 dereceye indim. Bu da insanı sersem eden bir durumdu ama havadan daha çok koku beni perişan etti. Sıcak havada pis kokan bir ülke. Çekilmezdi. Alışmak gereken bir koku ve dietleri var.

Çin'e geçiş ise çok kısaydı. Shanghai'a oradan da Soujou (inşallah doğru yazmışımdır) ya geçtik. Muhteşem bir otelde kaldık. Burada tek sorun ise her zaman gibi yemekti.

Çin beklediğim çok ötesinde temiz ve düzenli bir yerdi. Mesafeler arası oldukça uzun olmakla beraber heryer otobandı. Tabii, benim gittiğim yer tüm Çin'de ki en zengin yer olması nedeniyle Çin'im genel durumunu yansıtmayabilir ama yinede etkileyici bir ortamdı.

Yalnız Çin'liler çok kaba insanlar. Garip bir yapıları olduğunu düşünüyorum. HongKong ile iki ayrı dünyaydı . Bir de tüketim alışkanlıkları hızla batılılaşmış resmen. Bundan birkaç yıl evvel Çin'de çalışmam için yapılan bir teklif esnasında araştırmıştım ve orada yaşamış birkaç tanıdık Çin'in Avrupa gibi olduğunu söylemişti.

Her neyse artık yeni denizlere yelken açma zamanı geldi. Geriye kaldı 5 kıta :)


6 Aralık 2012 Perşembe

Görmemişin I-Phone 5'i Olmuş, Simkart Bulamamış



Şimdi efenim benim teknoloji ile olan alakam düşük düzeydedir. Kaldıki cep telefonunu mecburiyetten kullanan biriyim.

Özellikle iş telefonum her çaldığında cep telefonunu icat eden şahs-ı muhtereme ağza alınmayacak şekilde duygu düşüncelerimi ifade ediyorum. Hiç susmaz mı arkadaş bir telefon. Telefondan bu kadar nefret eden biri olarak da gidip de bir telefona bilmem kaç X lira para vermek beni bozar.....DI

En son telefonu vodafone dan kampanya ile almış ondan önceki telefonu da benzince de dağıtılanlardan seçmiş biri olarak benim i phone 5 almam tüm yurtta ve yawru vatan kıbrıs'ta şaşkınlıkla karşılandı.

Bununla beraber görmemişin oğluna yaptığını ben de i phone a yaptım. Sim kartı nano muymuş beyefendinin. Lan ayda yılda bir telefon aldık onun da kartı otantik nanoş bişi çıktı. Uyuz oldum. Siparişle getiriyorlarmış haspalar. İnsanın parası ile rezil olması bu mudur :))) Hiç param olmadığı için çektiğim rezilliklerin içerisinde bu cinsi yoktu. Tecrübe işte...

26 Kasım 2012 Pazartesi

Allah'a Sığınıyorum











 

 
Ehl-i dünya olmaktan Allah'a sığınıyorum.
 
Dünya için endişelenmekten Allah'a sığınıyorum.
 
Derd-i maişete müptela olmaktan Allah'a sığınıyorum.
 
İbadetleri vaktinde ve hakkıyla yapamamaktan Allah'a sığınıyorum.
 
Dindar"mış" gibi görünüp riaya kaçmaktan Allah'a sığınıyorum.
 
İnsanların hoşuna gidecek şeyleri, Allah'ınkilere tercih etmekten Allah'a sığınıyorum.
 
Takva ve zühtü, maddiyata tercih etmekten Allah'a sığınıyorum.
 
Nefsimin kontrolüne girmekten, Allah'a sığınıyorum.
 
Olmadığım gibi görünmekte Allah'a sığınıyorum.

Aklımdan ve kalbimden geçen kötülükleri fiiliyata dökmekten Allah'a sığınıyorum.
 

30 Ekim 2012 Salı

Kasımda Bedewi Olmak Başkadır


Hani bir gün bedevinin biri çölde kutup ayısı ile karşılaşmış ve olanlar olmuş ya benim de kronik bir bedewilik sorunum var. Bekleyerek geçer diye umut içinde geçen yıllarımın ardında artık sorunun ikinci evresi olan kabullenme evresine geçiyorum.

Evet ben su katılmamış bir bedewiyim. Her gün karşılaştığım ayıların hepsi mi kutup ayısı olur arkadaş???

Ama aynı alerji gibi benim kronik bedewiliğimin de bazı mevsimleri var. Kasım ayı bedewiliğim en azdığı aydır mesela. Nedendir bilmem hep hayatımdaki kötü şeyler kasım aylarında olur. Gerçi bu sene kasım biraz erken geldi ama yapacak birşey yok... İşlerimin ters gitme durumlarına alışmaya başlamıştım bu geçen yıllar için de ama artık yaşlılıktan mıdır nedir beni daha çok etkiliyor son yıllardaki bedewilikler.

Beni teselli eden şey ise belki sadece pişmiş tavuğun  başına gelebilecek ihtimallerde cereyan eden hadiselerin günahlarıma kefaret olabileceğine dair içimdeki iyimserlik.

Herşey sonsuza kadar kötü gidemeyeceğine ve Kasım ayı da netice de sadece 30 gün olduğuna göre ne diyoruz?

HAYDİ GELSİN ARALIK !!

24 Ekim 2012 Çarşamba

When I was in London...


Son 5 yılda üç başarısız girişimin ardından hiç beklenmedik şekilde gerçekleşen Londra seyahatim ağzımda kekremsi bir tat bıraktı. Her zamanki gibi çok miktarda iş ve eser miktarda turistik şekilde geçirilen 4 günün ardından yurda ayak basıp duty free nin toprağını öptüm.

Bu seyahatin ardından ilk farkettiğim şey ise insan birkaç yıl yurtdışına gitmeyince havaalanı acayip değişiyormuş. Herşey bir allakbullak olmuş ki lounge lardan güvenliğe kadar bir sürü değişiklik vardı. İkinci olarak ise; gerçekten yaşlanmışım. 3 gece içinde sadece bir akşam o da çok kısa süreliğine gezintiye çıkabildim. Çabucak yoruluyorum artık. Ayaklarıma karasular inene kadar mağazaları dolaşıp geceleri sokakları arşınladığım günler sanırım artık geride kaldı. O mağaza senin bu mağaza benim dolaşmak haricinde alemlere akma (!) kısmının yerini ayaklarını uzatıp tv izlemek aldı.

Londra'ya gelince... Şu ana kadar Avrupa'da gördüğüm en kendime uygun şehir diyebilirim. Hem de açık ara! Çok hareketli, kendine göre kontrol altında kaosu ve de tarzı olan bir şehir. Dünyayı ilgilendiren birçok kararın alındığı binaların yanlarından geçerken kendimi çok garip hissettim gerçekten.

Zenginliğin, ihtişamın, tarzın, egonun ve kozmopolitliğin dibine vurmuş bir yer Londra. Gördüğüm ferrari sayısını unuttum mesela...Ya da müzikal sayısını...Ya da dünyaca ünlü markaların sıra sıra dizildiği onlarca sokağı...Sokaklarda İngiliz'lerin sayısı yabancılardan azdı mesela...

Havasına diyecek tek laf RESMEN DEPRESIF. İnsanı yaşamaktan soğutur bu kasvet kanımca. Yalnız anlamadığım bu kasvete rağmen şehirdeki bu tempo nasıl gerçekleşiyor. Sanırım ben orada yaşasam sadece uyumak isterdim. Hem de hiç yataktan kalkmadan. Depresif insanlara göre bir şehir olmadığı kesin.

Yine de itiraf etmeliyim ki; keşke birkaç yıl özellikle de üniversite zamanlarımda burada zaman geçirmek isterdim. Kendimi geliştirebileceğim gibi hayata bakış açıma de ciddi katkıları olurdu muhakkak. Şu ana kadar yaşamadığım için hayıflandığım tek Avrupa kenti de Londra oldu dolayısıyla.

Bu saatten sonra gidip yaşar mıyım? Sanmıyorum ! Ama çok kültürlülüğü ve kendine has tarzı ile gerçek bir dünya başkentiydi. Eğer büyük bir sorun olmazsa da yılda en az 1 kez gitmeyi planlıyorum. Bakalım mümkün olacak mı?

11 Eylül 2012 Salı

Bir Alamete Binmiş Kıyamet Yolcusu


 Eve döndüm ve 2 yıl önce indiğim kıyamet trenine tekrar binmiş durumdayım. Büyük bir kaos ve yoğunlukla geçen günlerimden artık başım dönmek üzere. Frene basıp durmam gerekebilir her an.

Diğer yandan bu yoğunluğu ve tempoyu da özlemişim. Zira, ben zevk aldığım ve belli bir amaca yönelik işlere kanalize olmazsam direkt olarak kendime sarıyorum. Bu ruh sağlığıma hiç iyi gelmiyor. Halbuki, şu an konsantrosyon ve enerjimi kapatilizme hizmet etmeye adayabiliyorum. Yaptığım işle ilgili olarak saçma sapan ayrıntıları bir yana bırakırsak ve genel olarak etik değerlere önem atfetmezsek bir şikayetim yok. Ne de olsa ekmek parası...

Birbirine benzer günleri daha hızlıca tüketiyorum belki ama keyfiyetimden bir o oranda mutluyum. Hiç olmazsa namazlarımı daha bir keyifle ve titizlikle klabiliyorum. Diğer yandan mental olarak kendimi rahat hissettiğimde entellektüel olarak da üretken olabiliyorum ve daha çok okuyabiliyorum.

Bu durumumun en kötü yanı ise depresyonum azdığında blogger a daha fazla zaman ayırıp daha kaliteli şeyler yazabiliyorken bu aralar pek vakit bulamamam. Napalım...

10 Temmuz 2012 Salı

Home Home Sweet Home


Vatan millet sakarya ideolojisinden hareketle giriştiğimiz bir macera olarak Eskişehir seferi de sona erdi. Artık, doğup büyüdüğüm ve şimdilerde gereksiz yere ayrıldığımı düşündüğüm şehrime geri döndüm.

Son 2 haftayı, iyi bir pozisyonda yüksek sayılabilecek bir gelirle ve rahat içinde çalışırken neden işi bıraktığımı insanlara anlatmakla geçiriyorum. Sadece maddiyat odaklı yaşayanlar için ruhunda birşeyleri başarma heyecanı ve tutkusu olanları anlamak çok zor. Zaten artık, onların anlayabileceği şekilde detaylarla geçiştiriyorum bu konuyu.

Macaristan'dayken ve döndükten sonra yaşadığım psikolojinin çok benzerini yaşıyorum. Adeta dejavu. Ama ben hiç mecbur olduğu için birşeyler yapan biri olmadım ki şimdi de sırf para kazanmak ve rahat için risk almaktan kaçınayım. Kağıt üstünde oldukça mantıksız görünebilir tekrar İstanbul'a gelmek ama yıllardır uğraştığım birşey için bence büyük bir fırsat yakaladım. Denemezsem gözüm açık giderdi.

Geçen iki yılın ise bende önemli bir hayal kırıklığı yarattığını da itiraf etmek zorundayım. Gerçekten ciddi bir fedakarlık yaparak ama samimiyetle hizmet edebileceğime inandığım için devlete geçmiştim. Elimden geleni de yapmaya gayret gösterdim. Yaptıklarımın fark yaratmasını ve değer üretmeyi çok istemiştim. Yalnız, hiç birşeyin yapılmaması ya da yapmak isteyenlerin engellenmesi üzerine inşaa edilmiş bir sistemde benim gibiler çok fazla yaşam alanı bulamazlardı. Bende de yılmaz bir irade ve inat yok. Belli miktar sabır ve direnç gösterdim. Elimden gelen buydu. Tanıdığım önemli insanlar ya da bağlantılarım olmadığından kimsenin beni umursadığı da yoktu.

Neticede tilki misali dönüp dolaşıp aynı yerdeyiz. Ne diyoruz peki?

Yaşasın moda, yaşasın moda perakendesi...

19 Haziran 2012 Salı

İdeolojisiz Yaşamlar


Hayata karşı bakış açısı bence insanı yaşayan diğer organizmalardan ayıran bir hususiyet. Varlıkla ve hem bu hem de öbür dünya ile ilişkileri şekillendiren de işte tam bu bakış açısıdır. Halbuki hızla tükenen yaşamlarımızda artık ideolojisizlik ön planda. Salt yaşama ve tüketme odaklı gündeliklik pratiklerimiz omurgası sağlam bir düşünce sistemimiz olmasına izin vermiyor.


Bize dikte edilen yaşam formları ile sürekli artan "ihtiyaçlarımız"ı giderme faaliyetlerimiz bizi o kadar meşgul ediyorki varlık nedenimizle ilişki kurma yollarını arayacak halimiz yok. Öylesine yaşayıp duruyoruz.

Halbuki, inandığımız değerlerimiz, ideal bir dünya anlayışımız ve geleceğe dair romantik bir bakış açımız olması ne kadar da iyi olurdu. Birazcık nefes alabilir,bir nebze huzur bulabilirdik. Aldığımız şeyleri koyacak yer bulmaya çalışmak yerine etrafımızdaki almaları gereken şeyleri alamayanlara yardım etmenin hazzına ne kadar ihtiyacımız olduğunu farkedebilsek keşke.

İşte bunların tüm nedeninin ise ideolojisizlik olduğunu düşünüyorum. Bize dikte edilen hayat pratiğine alternatif üretemememiz ve kabul eder halde olmamız da aslında bundan. Birşeylere inanmak ve inandığın gibi yaşamak, zorlanmak ve bedel ödemek ama insan olduğunu hissetmek belki de bu işin anahtarıdır.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Pervasız Olmak

Hayata pervasızca bakanların sırrını merak ediyorum... Eğilmeyen, bükülmeyen hep dik duran insanlara hep hayranlık duymuşumdur. Neden ki?

Bence kaybetmekten korkulacak herhangi birşeyi olmayan insanlara has bir tutum ama bu tür bir insan olmak nasıl mümkün olur ki?

Acaba hiç korkmadıklarından mı yoksa korktuklarını belli etmediklerinden midir bu hal? Ya da hiçbir şeyleri olmamasından mı?

Belki de benim yaptığım hata birşeyleri peşinden koşacak kadar çok istemektir. Onların sırrı birşeyleri çok istememek olabilir mi?

Bütün bu nedenlere takva ve tevekkülden yeterince nasiplenmemiş olmayışımı da eklemem gerekir mi?

Herkesin taşıdığı yükler vardır. Doğduğu günle beraber yüklenmeye başlayan bu yükler ilerleyen yıllarda ağırlaşmaya başlar. Benimki de korkularım, endişelerim, hayal kırıklıklarım. Bunlar taşımaktan öylesine yorgunum ki pervasız yaşayabilenlere olan hayranlığım da yüklerim ağırlaşması ile artıyor. Yalnız, bu yüklerin altından kalmamı engelleyen birşey varsa o da tecrübe. Yaşla birlikte gelen birşey olmakla beraber, insana yaşamayı kolaylaştıran şeyin ta kendisi... Bilmiyorum acaba eskisine göre daha mı mutluyum yoksa daha mı huzurlu ama bildiğim şey varsa kesinlikle daha sakinim. Pervasızlık yok bende. Bu iç sakinliğimin bir sonucu yoksa sıradanlaşmanın mı?

Zor, çooook zor konular. Cevabı asla bulunamayacak sorular.

1 Mayıs 2012 Salı

Anakronizm Geyikleri

Yaşadığın zamana ait olmama hissini çok derinden yaşıyorum bu aralar. Birşeyleri değerlendirirken kullandığım kıstaslar ya eski zamanlara ait ya da daha gelmemiş zamanlara. Bir türlü yaşadığım zamanı tutturamıyorum. Dolayısıyla etrafımdaki insanlarla asla geçmeyen bir anakroni hali mevcut. Genelde insanlar anlaşılmamaktan dem vururlar ama benim durumumda benim insanları anlayamamam durumu söz konusu. sosyal ortamı paylaştığım insanların değer verdiği şeyleri, tutkuları, heyecanları ile benimkiler arasında alaka keskel alaka seviyesinde. Bundan dolayı sürekli bir anlama, anlaşılma, anlaşma çabası içindeyim. O kadar yorucu bir süreç ki; her an anexitye kayabilirim diye korkuyorum. Çok isteyerek elde ettiğim birşeyin kimsenin umurunda olmaması ya da hiç umurumda olmadığı halde lütfedilen birşeye herkesin teveccüh göstermesi artık adiyattan vakıalar. Anakronizme suç atıyorum bu durumla ilgili olarak. Ne de olsa ne hissetiğimi, sevdiğimi ve isteyeceğimi kontrol edemeyeceğime göre suçlu ben olamam. O zaman ben değil kader utansın...Bir ömrü boşu boşuna geçireceğiz anlaşılan.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Pes Etmek Yok (En azından şimdilik)


Bu tür günleri yaşarken babamın zengin olmadığına ve kendi işimiz olmadığına daha çok hayıflanıyorum. Büyük bir adilik yapıldığında ya da saçma sapan bir duruma sadece beceriksizlikler yüzünden düşürüldüğümde alıp başımı gideyim istiyorum. İşin kendisinden çok beraber çalıştığım insanların beni yorması da ayrı bir cabası zaten.

Ama bunu yapmamalıyım artık. Kendime söz verdim. Sabredicem. Diklenmeden dik durucam. Birşeyler üretmenin ve değer yaratmanın yolu buradan geçiyorsa öyle olsun napalım. Nasılsa Allah herşeyi görüyor ve niyetimi biliyor.

Ameller niyetlere göredir. Benim kapasitemin yettiği ölçüde bu ülkeye hizmet etmek niyetim. Ettirmiyorlarsa da yapabileceğim birşey yok. Belki bir gün sıra bana gelir ya da kısmetimizde birşeyler yapmak yoktur diyerek ömür çürütürüz.

Hayaldi Gerçek Oldu !


Bu aralar kısa sürede ülkemde değişen şeyleri hayretle izliyorum.

Küçükken milli takımın bırakın puan almasını gol atmasına sevindiğimiz dönemlerden, büyük turnuvalara gidemediğimiz için dünya çapında teknik adamları kovduğumuz dönemlere geldik.

Bir çok branşta Avrupa kupaları kazanırken hemen hemen tüm branşlarda iddialı takımlarımız var artık.

Türk dizileri artık takribi 500 milyonluk bir coğrafyada hit olurken Türk malı tapon mal olma durumundan hızla uzaklaşıyor.

Memurların maaşları ciddi olarak düzeltilirken bir çok konuda özlük hakları iyileşti.

80 lerde kişi başı et tüketimimizin 4 katı et tüketiyoruz şimdilerde.
Ben küçükken sadece özel günlerde alabildiğimiz muzu şimdilerde almayanı dövüyorlar modunda heryerde bulabiliyoruz mesela.

15-20 yıl evvel tatilden sadece köyüne gitmeyi ya da orta direksen bir pansiyona gidebilmeyi anlarken artık herkesin bir tatil gündemi var Öyle ya da böyle.
Bir üniversite gencinin bırakın yurtdışı görmesini okuduğu şehrin dışına çıkması bile büyük bir hadise iken artık üniversitelerden yurtdışı görmeden mezun olanlar ancak ya çok mal ya da çok tembeller oluyor.

İşe ilk başladığım yıllarda 100 milyar $ ihracat hedefi konulduğunda herkes günlerce dalga geçmişti ve bunun imkansızlığına dair vir vir etmişlerdi. Ama daha geçen yıl yeni hedefin 500 milyar $ olduğu ve bunun gerçekten bence bile büyük bir iddia olduğu durumda kimse ağzını açıp bir tek aksi argüman öne süremedi.

"28 şubat bin yıl sürecek" dedikten 15 yıl sonra kaçacak yer arayan "cumhuriyetin yılmaz bekçileri" de ayrı bir alem.

Velhasılı kelam ben bu ülkede yaşamaktan heyecanlanmaya başlıyorum. Ezik büzük " 1 Türk dünyaya bedeldir" geyikleri bitti. Pragmatik, rasyonel ve özü ile barışmış bir ülkede yaşamanın tadını hafif hafif alıyorum. Bununla beraber bu tat henüz buruk bir tat. Ağızda kekremsilik bırakıyor. Henüz ülkenin ayrılmaz parçaları kendilerini buraya tam olarak ait hissetmediklerine dair türküler söylüyorlar ve biz bu sorunu hala çözemedik. Sonra, toplam refah artarken artan refah, olması gereken kadar adil dağılmıyor. En önemli konulardan biri de kurumsal başarılar yerine hala günü birlik sürdürülmesi çok zor şeylerle vakit harcıyoruz. Onun yerine hazır rüzgarı arkamıza alıp ivmelenmişken bir nebze olsun kalıcı işlere ve yerleşik düzene geçebilsek tam muhteşem olacak.

Hayaldi gerçek oldu, gerçekken kalıcı olsun ki bizden sonra görecekler tekrar hayal kurmak zorunda olmasın.

3 Nisan 2012 Salı

Kısmet


Kısmetten ötesinin yalan olduğuna dair çok acı tecrübelerim var. Kasmak, kasmak ve daha çok kasmak aslında sonuç üzerine neredeyse hiç etki etmeyen faaliyetlermiş gibime geliyor artık.

Diğer yandan ironik olansa sadece kasanların birşeyleri elde edebildiklerine dair olan realite. Hani bir laf varya "aramakla bulunmaz ama sadece bulanlar arayanlardır". Bu da kısmetle ilgili en veciz ifade olsa gerek.

Elini attığı hemen hemen her işte hayak kırıklığı yaşamış biri olarak defansif mekanizma geliştiriyor olabilirim belkide. Bu konuda objektif olmadığım ve direkt taraf olduğumda bir vakaa. Yine de birşeyleri tekrar tekrar deneme enerjisini ve başarma isteğini duymak için motivasyon kaynağına ihtiyacım var. Hayal kırıklıklarımdan bir yol olsa buradan fizana gider ama sadece anlatabileceğim tek başarı için geri kalan tüm hayal kırıklıklarını tekrar yaşamaya razıyım.

Başarılar ise zaten göreceli kavramlar. Eminim feysbukta grup kursam benim yerimde olmak isteyen birkaç milyon Türk genci bulabilirim. Yani olaya başka türlü bakılsa durumum o kadar da kötü değil. Fakat, insanın zihni ile inşaa ettiği hayat algıları ve irtibatta olduğu sosyal çevrenin standardları bizim de kriterlerimizi belirliyor. Buna ilave olarak insanın fıtratımınzaafları da eklenince kendimi mutsuz edecek derecede yüksek standardlarım olabiliyor.

Çok fazla "bu dünya" endeksli yaşıyor olmanın yan etkileri bunlar işte. Biraz daha uhreviyat ağırlık bir rutin hayata ve tefekküre ihtiyacım var. Bunu bile bile yine kendimi bu psikolojiye mahkum etmem de hiç mantıklı değil.

Neticede, kısmetten öte yol yok...

22 Mart 2012 Perşembe

Sahip Olmak mı? Sahip Olunmak mı?


İnsanların maddiyatla kurduğu ilişkiyi anlamakda zorlanıyorum. Tamam hepimiz modern dünyada yaşıyoruz. Kazanan ve kaybedenler diye bir hayat algımız var. Zihin dünyamızda fizik çoktaaaan metafiziğin yerini aldı falan filan ama yine de bu maddiyatperestlik benim akıl ve fikir kodlarımda makes bulmayan bir olay.

Bir şeye sahip olmak için harcadığımız çaba çoğu zaman çok beyhude. Sahip olduğumuz şeyin bize sağladığı faydadan çok "aaa bak nasıl da bu şeye sahip oldum. O artık benim" diyebilmenin hazzını daha çok seviyoruz gibime geliyor. Bu haz ise bizi birşeyler alma fetişizmine götürüyor. Artık ihtiyaç duyduklarımızı almaktan çok almanın getirdiği o kısa zamanlı tatmine müptelayız.

Ortaçağa kadar alışveriş işi düşük sınıfın yaptığı aşağılık bir işken artık her zümreden insanların kendilerini iyi hissetmek için yaptıkları bir tür terapi olmuş durumda. Ama diğeryandan "Shopaholic" diye bir hastalık da türemiş durumda ve çoğu kişi bunun bir hastalık olduğunun farkında bile değil.

Bu gidişat insanların özgürlüğünü elinden aldı bile. Sürekli olarak esaret altında insanlar ömürlerini harcıyorlar. İlk başlarda bir şeye sahip olmanın ihtirasının esiriler ve bu sahiplik gerçekleşene kadar didinip duruyorlar ama sahip olunduktan sonra da esaret son bulması gerekirken bu sefer de sahip olunan şeye esaret başlıyor. Elde edilenin yitirilmesine karşı duyulan o dayanılmaz korku insanı bir başka esaret altına alıyor. Yani sadece esaretin cinsi değişiyor ama özü değişmiyor.

Habire sigortalar, kaskolar ve bunlar için ödenen bir yığın prim için daha çok çalışmanın getirdiği yıpranma...

Sonuç; ailesine, çocuklarına, dostlarına ve sevdiklerine zaman ayıramayan milyonlarca homoeconomicus. Hepsi, bir gıdım iyelik duygusu uğruna.

Peki eşyanın gerçek sahibi bu hayat pratiğinde nerede? İstediğine istediğini verenin akıldan çıkması durumunda nasıl bir kaosa sürüklendiğini insan anlarsa o zaman belki tüm bu esaretten kurtulur ve sahibinin eşya değil de eşyayı yaratan olduğunun farkına varır. Gerçek özgürlük ise bu farkındalıkla başlarken ruhuna ve kalbine yüklenen onca ağırlıktan da kurtulmuş olur.

16 Mart 2012 Cuma

Yine Kar....


Aylardan mart ve hala kar yağıyor. Sabah 5 cm daha kar vardı ve artık gerçekten kabak tadı verdi. Normalde İstanbul'da kışın ortasında yağan kar burada martta yağıyor. Yuhhhh hatta yuhhhsss diyorum.

1 Mart 2012 Perşembe

Zeytin, Ekmek ve Yalnızlık


Evde yine tek başına oturmuş açlığımı bastırma derdindeyim. Canımın hiç birşey hazırlamak istemediği günlerden biri ve en kolayından zeytin ekmekle öğünü geçiştiriyorum. Çay koymak bile içimden gelmiyor.

Bu kadar düşük profilli bir hayat standardına sahip olunca da "benim burada ne işim var?" sorusu kafamı kemirip duruyor. Hiç kimsenin beni tanımadığı benim de kimseyi tanımadığım bir şehre ait olmaya çalışmak oldukça beyhude bir gayret gibi görünüyor artık bana.

Diğer yandan da hayatım tamamen bir yerlere, bir şeylere, birilerine ait olmaya çalışmakla geçti. Hep içimde aidiyete dair boşluk vardı. Ülke değiştirdim, iş değiştirdim, şehirler değiştirdim ama ben neredeysem o boşluk da oradaydı. Sanırım artık 30 yıllık bu arayışımın sonuçsuz kaldığını kabul etmem gerekiyor. Çünkü değiştirebileceğim ve kendimi ait hissedeceğim bir yer ve şey arayacak dermanım kalmadı.

Önce, Çerkezlikten gelen etrafımda ki baskın kültüre ait olmaya çalışma çabası akim kaldım. Sonra nefret etttiğim ama para kazanabildiğim işime ait olmakta başarısızdım. Aileme ait olmaya çalıştım ama onlarla bile duygu, düşünce ve beklentilerimde fersahlarca fark vardı. Her nefes alamaz olduğumda leylek misali oradan oraya göçmeyi denedim. Ama o da bu derde çare değil. Canım artık birşey yapmak istemiyor. Ne okumak, ne çalışmak, ne gezmek...Hepsi birer angarya. Mecbur olmasam yemek yemem hatta nefes bile almam.

7 Şubat 2012 Salı

Yorgunluk


İnsanın hayatı ile ne yapması gerektiğini bilememesi büyük bir handikap. Temel olarak dünyada ki varlık nedenimiz belli: Allah'a kulluk etmek.

Temel amaçtan özel amaçlara doğru bir geçiş yaptığımızda ise önümüze türlü türlü hayat pratikleri çıkıyor. İnsanların bu pratikleri zaman zaman benzerlik gösterseler bile kişinin nev-i şahsına munhasır haller aslında.

Benim hayatımın genel çizgilerine baktığımda ise sürekli olarak bir kararsızlık mevcut. Bana muhtemel olarak sunulan pratik ile istediğimi sandığım pratik arasında bir uyuşmazlık var. Bu uyuşmazlığın ise ne yönde çözüleceği ise tamamen bir meçhul. Kolaya kaçarak hayat önüme ne çıkarırsa onu yaşayabilirim ya da gerçekten ne istediğime karar verip peşinden gidebilirim. Ama ironik bir hal olarak tüm ömrüm bu ikisi arasında kararsızlıkla geçti.

Sonuç olarak ne sıradan bir doğmak, büyümek, üremek ve ölmek çizgisine tabii olabildim ne de tutkulu idealistler gibi kişisel tatminlerimin peşinden gidebildim. Sürekli bir isyan ve karşı koyma tripleri ile iki hal arasında gidip gelen bir durum var bende.

Kötü olan ise kendimi çok yorgun hissediyor olmam. Bir şeyi çooook isteyemeyecek kadar yorgunum. Birşeyleri değiştirecek kadar inatçı ve iradeli de olmadığım da aşikar. İşin kötü tarafı ise sıradan yaşayamayacak kadar egom ve bilincim var.

Ben bu gidişle de çok yaşamam zaten...

1 Şubat 2012 Çarşamba

Ya Sabır...!


Hayattaki tüm sorunlarımın kaynağı yaptığım hatalar olamaz. Bazıları imtihanın sırrı olarak başıma gelen şeyler olmalı.

En azından ben öyle umuyor ve Ya sabır! diyorum...

30 Ocak 2012 Pazartesi

Ben Lisedeyken...


Benim lise yıllarım hayatımın en tramvatik, en öğretici, en zorlayıcı, en pislik içinde geçen, en rekabetçi yıllarıydı. Türkiye'nin en iyi fen liselerinden birinde okumak gerçekten bir ayrıcalıktı ve bunu ancak yıllar sonra farkedebildim. Zira, o yaşlarda benim için gayet normal görününen şeyler aslında iş hayatında büyük fark yaratan şeylermiş.

Ailesinden hiç ayrılmamış biri olarak yatılı bir okula 14 yaşında gitmek süt kuzusu modunda olan benim için bayağı tramvatikti. İlk gece büyük sınıfların yapacakları eşşek şakasının korkusu ile hiç uyuyamadığımı çok iyi hatırlıyorum. Zaten iğrenç okul günlerimin en iğrençleri de ilk dönemime rast gelir.

Hayatın büyük ve yeşil bahçe ile bol miktarda kitap ve laboratuardan ibaret olduğu bir okuldu fen lisesi. Annen babandan daha uzun süre beraber olduğun yatakhaneni paylaştığın insanlarla müthiş bir rekabet yaşardın. Sürekli bu rekabet ortamında ergenliğimi geçirdiğimden içimdeki insan sevgisi ciddi hasar görmüştür diye düşünüyorum.

Kendini zeki sanan ve yine kendi çapında başarılı bir öğrenci iken bir üst ligde Türkiye çapında zeki adamlarla aynı ortamda olmak kendimi iğrenç ve yetersiz hissettirmişti. 14 yıl boyunca açık ara lider olduğum ve bunu yaparken hiç zorlanmadığım ortamlardan bir anda ne kadar çalışırsam çalışayım geçemediğim rakiplerimin/arkadaşlarımın olduğu yeni bir ortamım oluvermişti. Üniversite sınavında ilk 10'a girmenin başarı sayıldığı ilk 100 girmenin ise sadece "aferin" ile ödüllendirildiği bir ortamda benim gibi ancak %1'e girmiş biri, hiç bir iz bırakamamış demektir. Zaten, 98 yılı Türkiye birincisi ve 4. sü ile aynı sınıfta olduğumu hatırladıkça kafamı yerlerden yerlere vuruyorum.

Bu kadar çok kaliteli öğrencinin olduğu okul ise tam bir pislik yuvasıydı. Başak burcu biri olarak hijyen takıntımın üstesinden gelmem o kadar zor oldu ki resmen işkence çektim. Pislik içinde yaşıyorduk vesselam.

Yemekler ise bir o kadar iğrençti. Mesela, bulgur pilavını 5 sene boyunca ağzıma sürmememin temel nedeni haftada 3 kere bulgur çıkmasıydı. Çaylar ise kazanda yapılırdı. İşler tam askerlik gibiydi.

Bununla birlikte hayata hazırlanırken daha olgun ve haddini bilen biri olmam da lisenin etkisi muazzamdır. Ortalama bir fen lisesi öğrencisiydim ve bu psikoloji beni normalleştirdi. Herşeye rağmen ukala olarak algılanmama rağmen bir de lise olmasa ne olurdum diye düşünmeden kendimi alamıyorum.

19 Ocak 2012 Perşembe

Şımarık


Hayattan hep birşeyler istemek ve istediklerin olmadığında ona küsmek şımarıklık değilde nedir?