29 Aralık 2009 Salı

Hayatımda İzlediğim En Güzel Film: AVATAR


Öncelikle şunu söyleyeyim. Eğer filmi izlemeyen varsa, bu yazı spoiler içermektedir. Okuyacak olan ona göre okusun :)

Bu blogu 2 yıla yakın bir süredir tutuyorum. Şu ana kadar sadece Can Dündar'ın Mustafa filmi ile ilgili yorum yazmış biriyim ki o da belgesel tarzında bir yapımdı. Filmlerle ilgili yorum yapmak bana göre değil. Ama ...

Aması şu ki; insan 28 yaşına kadar birçok film izleyipte en güzeli "bu"dur dediğinde özel bir durum oluştu demektir. Benim film anlayışım tıpkı kitaplardaki anlayışım gibidir. Bol felsefe, bir sürü bilgi ve mümkünse mizah ile romantizm.

Avatar'da bunlardan hangileri vardı? Öncelikle ve ağırlıkla felsefe vardı. Matrix'in ilk bölümünden sonra en iyi felsefeyi bu film de gördüm. Sadece ingilizce bildiğim için anglo-sakson dünyanın fikir dünyasını takip edebiliyorum az çok ve bir süredir farkettiğim birşeyden bu film ile emin oldum. Batı kendisi ile yüzleşiyor. Ekonomik bunalımın da süreci hızlandırması ile beraber felsefik yokluk yaşanıyor Batı'da. Post modernizm'in de sonuna geldiğimize artık inandım. Neyse, bu yorumumum film ile alakası ise, daha önce western tarzı filmlerle kızılderelilere yaptıklarını haklı çıkarmaya çalışan Holywood bu film ile adeta günah çıkarıyor. Kendisi haricinde ki varlıkların yaşam alanlarına saygı duyması gerektiğine dair çok iddialı bir gönderme var. Tabii, çevre felaketlerinin de gelmesi ile bu göndermeyi çevre üzerinden yapıyor ve bunu da gayet iyi yapıyor. Ama özünde batı kültürünün "biz bu dünyaya ne yaptık?" sorusunu kendisine sorması var. Tüm entellektüel batı dünyası şimdilerde bunu konuşuyorken gelipte bu filmin vizyona girmesi tesadüf olamaz. The Economist'in başlığı bile kapitalizm'in moral değerlere etkisi ile ilgiliydi yılbaşı özel sayısında.

Filmdeki karakterleri tek tek tahlil edecek halim yok ama oluşturulan çevre şahaneydi. Hayatımda ilk kez 3D film izledim ve cidden etkilendim. Ama daha çok etkilendiğim inanılmaz bir hayal gücünün ürünü olarak oluşturulan ekosistemdi. Yüzüklerin Efendisi'nden bile iyi bir çevre oluşturulmuştu. Çevre ne kadar güzelse insanların kullandığı araçlar da bir o kadar çevre ile tezat ve korkunç yapılmıştı ki bu çok dikkatimi çekti. Her ne kadar animasyon ve fantazi tarzına ilgi duymuyor olsam da görselliğe hayran kaldım. İşçilikte şahaneydi. Mavi yaratıkların da oldukça güzel tasarlandığına inanıyorum. Büyük yapılı olmaları da çok hoşuma gitti. Ve tabii ki, baştan oluşturulan ve gerçekmiş gibi olan kabile dili. Muazzam bir gerçeklik katmış..

Aslına bakılırsa konu çok orjinal değil. İnsanların kolonileşme geçmişi insanlık tarihi kadar eski ama kapitalizm tarihi ile beraber vahşi. Orjinal olan konuyu işleyenin vicdanlı davranmış olması. Ama filmin sonu konunun işlenişi kadar güzel olamamış maalesef. Tipik bir Amerikan filmi edası ile bitiyor. Romantizm kısmında ise saçmalamışlar resmen. Çok ucuz bir romantizm var. Filmde esas kız diye birşey yok aslında. Normalde alışık olduğumuz en alakasız filmlerde bile olan taş gibi bir hatun yok. Azıcık biraz seksi bir kadın pilot imajı yüklemek istemişler ama saçmalamışlar resmen. Eksiklikleri madde madde yazıcam:


1- İnsanlarla yerli halkın geçmişine ve ilk karşılaşmalarına dair çok az değinme var. Film bir ara kesitten başlıyor. Zaman kavramı muallak.

2-Madenden çıkarılan ve insanların orada olmasına neden olan şeyin ne işe yaradığından hiç bahsedilmiyor. Sadece fiyatı var.

3- Yerli halkın doğa ile olan ilişkisi mükemmel kurgulanmış ama prensesin çiftleşmeyi bir hibrit varlıkla yapmasının hiçbir mantığı yok ki çiftleşme de insanlarınkinden hiç farklı olmamış. Saçma...

4- Deist mi pagan mı belli olmayan bir Tanrı profili çizilmiş. Yerli dinine dair daha betimleyici olunabilirdi.

5- Filmin sonu çok göstere göstere geldi. Son yarım saat sadece efektleri için izlenir bence.
6- Nerdeyse hiç mizah yok.

Yaptığım tüm eleştirilere rağmen filmin olumlu özellikleri yanında çokbasit ayrıntılar olarak kalıyor. Sadece bunlar da olsa mükemmel olurdu. Ama daha iyisi yapılana kadar hayatımda izlediğim en güzel film olarak kalacak.

6 Aralık 2009 Pazar

Anlat Bakalım Paşam !


Bugünlerde ülkemi düşününce heyecanlanıyorum. Yaşlı olmamakla beraber ömrümde görmeyi hiç beklemediğim ve 10 yıl önce hayal bile edemeyeceğim şeyler oluyor ülkemde. Bir dönemin kuvvet komutanları sivil savcılara ifade vermek üzere çağıralabiliyor artık bu ülkede. Çok ilginç...

Tabii ki anlatacakları hiçbir şey yoktur. Ya da itiraf edecekleri. Ama çağırılmaları ve çağrıya icabet etmek zorunda kalmaları bile büyük bir devrimdir bu ülkede. Belki de Bab-ı Ali baskınından beri ilk kez askeri bürokrasi yaptıkları ve/ya yapmaya çalıştıkları için hesap verecek. Hesap verecek derken buna inanmıyorum yani herhangi birşeyin hesabının sorulabileceğine ama şu da artık mesaj olarak verildi, bundan sonra aklından bir yaramazlık geçirenin peşinin de bırakılmayacağı.

Bir kere ben asla demokratik bir insan olmadım olmayı da düşünmüyorum. Köküne kadar, sapına kadar elitistim. Merikrotik bir sistemin taraftarıyım. İyi, yetenekli, başarılı olanın vazifeyi alması gerektiğine inanıyorum. Ultra liberalim. İnsanların özgürce yaşamalarının varlık nedeni olduğuna inanıyorum. (Özgürlük ise başkasının özgürlüğü ile sınırlanmış bir alan değil. Gerizekalı post modern tanımlamaları reddediyorum.) Özgürlüğün ancak fırsatlar eşit olduğunda bir değer olduğunun bilincindeyim. Demokratik biri olmadığımdan da demokrasiye karşı yapılmış zart zurtla da ilgilenmiyorum. Burada beni ilgilendiren başka şeyler var.

İlk olarak Türkiye'de bir derin bir devlet kültürü vardır. Yeryüzünde ki medeniyetler içinde sadece Yahudi, İran, Roma ve Vatikan ile sonradan Rusya ve Britanya'da olan bir kültürdür bu. Bize süper olarak görünen tüm güçlerin arkasında hep bunlar vardır. Zaman zaman bir medeniyet öne çıkar zaman zaman bir diğeri. Ben şansız olarak geri de kaldığımız bir dönemde yaşıyorum. Bununla birlikte kadim bir devlet kültürü olan Türklerin asker milleti olduğunu da söylememe gerek yoktur. Biz gidipte mimariyi geliştiremeyiz. Alfabemiz olmaz. Büyük şairler çıkartamayız. Biz bu değiliz. Bizim bu dünyaya yaptığımız katkı bu bahsettiklerimi yapacak insanlara iklim sunarız.(Bizim topraklarımızda İbn-i Sina çıkar, Farabi çıkar, Hayyam çıkar, Fuzuli çıkar ama bunların hiçbiri zannetiğimiz manada Türk değillerdir belki ama öz be öz bu milletin unsurlarıdır.) Halbuki ve maalesef üstümüzde ki eziklik psikolojisi bizi yedi bitirdi son 150 yıldır. Bu psikolojinin bize yerleşmesinde de tanzimattan beri askerlerin rolü büyüktür. Ondan dolayı askerlerden hoşlanmamam normaldir.

İkinci olarak, bu ülkenin cumhuriyet sonrası döneminde ki tüm darbeler ülkeme 10'ar yıl kayıp ettirdi. Sonuçlarında da daha ezik daha içine kapanık daha korkak nesiller ortaya çıktı. Hepsi birleşerek geri kalmış ya da tiki tabirle "gelişmekte olan ülke" statüsüne bizi hapsetti. Şahsen bu durum egomu sarsıyor. Sen git dünyayı yönet hem de binlerce yıl sonra Misak-ı Milli'ye sıkış. Ben bunu kabul edemem. Kaldı ki devletin derin tarafı da kabul etmemiş ki paşaları çağırmış:)

Üçüncüsü, her insanın makam ve mevkisini zamanı geldiğinde bırakması gerektiğine inanıyorum. Gelmişin 70 yaşına hala devleti ele geçirmek derdindesin. Git güney kasabalarına emekliliğin tadını çıkar. Bırakta gençlerin önünü aç. Tecrübelerini teorik katkı olarak aktar. Fikirlerin varsa savun. Ama hizmet ettiğin ve sana maaşını ödeyen millete ihanet etme. Allah'ın cezası !!!

Bu paşalar darbe yapmak istemiştir istememiştir... Teşebbüs etmiştir etmemiştir...Beni hakikaten hiç ilgilendirmiyor. Sanırım mezun olan her harbiyeli zaten cumhuriyetin temel ilkelerini koruma misyonu çerçevesinde bir gün darbe yapabileceği hakkını kendinde görüyordur. Kimseyi zan altında bırakmak istemem ama 6.hissim bu durumun vâki oldğunu söylüyor. Halktan kopuk, tarihi değerlerine uzak bir ordunun bırak ülkeye kendine bile faydası olmadığını önce ordunun bizzat kendisi görmeli.

Ama ben ordumla da bir gün barışıcağım. Ne zaman ki ordu kendisini tekrar Peygamber Ocağı olarak nitelerse !

4 Aralık 2009 Cuma

Kitap Okur musun?


Hep derler ya "biz okur yazar bir toplum değiliz" diye. Gerçekten hak veriyorum. Tamam ülkenin gelir seviyesi ve tüketim miktarı öyle ya da böyle artıyor. Hatta Fitch bile kredi notunu 2 puan arttırdı. Artık rahat rahat daha da çok borçlanıp tüketebiliriz ve bu tüketimin bir kısmı da kitaplar olur. Ama nasıl kitaplara?


Ülkenin tüketiminin artması ile beraber kitap tüketimi de arttı. Bu çok aşikar. Ama tüketilen kitapların kalitesinde herhangi bir artış gözleyemiyorum. Satılan kitapların büyük kısmı devasa bir reklam kampanyası ile pompalanan ve popülerleştirilen roman ya da romanımsı kitaplar. Bu günlerde kendi çapımda da olsa, karşılaştığım insanlara kitap okuyup okumadıkları ile ilgili küçük sorular soruyorum. Nerdeyse herkes "tabii okurum" diyor. Ama okunanların tamamı abur cubur niyetine eserler. Sanki Türk neşriyatı işi gücü bırakmış roman basıyor. Zaten merkezi yerlerde gittiğiniz tüm kitapçılarda hep aynı eserler mevcut. Emeğe saygı bâb-ın da "eser" diyorum yoksa ne edebi ne de fikri bir değer taşımayan tüketim ürünleri. Hani cips yemenin yemek alışkanlıklarında yeri neyse bu tür kitapların da fikriyat safhasında değerleri o benim için.


En çok üzüldüğüm şeylerden biri ise "ciddi" olma iddiasında ki kitapların dahi popüler k0nuları baz alarak ve çok satma gayesi ile hazırlanıyor ve okuyucuya sunuluyor olması. Şöyle kallavi bir araştırma ve fikir üretme kaygısı olan ciddi eser sayısı da çok az.


Tek olumlu şey ise roman olsun araştırma olsun giderek daha iyi çevirilerin olması. Bu konuda özen gösterenlerin önünde saygı ile eğiliyorum. Ayrıca bu güzel çevirilere ilave olarak, kâr amacı gütmeyen sadece fikri dünyamıza katkıda bulunan eserlerinde daha çok raflarda görmek sanırım büyük bir istek olmayacaktır.


Dönelim kendini kitap okuyanlar sınıfına koyan zavallı kişilere. Diyorum ki; Ey ahallliiii...!! Uyanın onlar kitap değil. Onları okumak ile Aşk-ı Memnu'yu izlemek arasında bir fark yok.

30 Kasım 2009 Pazartesi

Çok Değil 1-2 Kişi Sadece...........


Allah'ın bana verdiği bir sürü lütuf olduğundan sürekli bahsederim. Dile getirmeye gerek duymadığım bu lütuflar sayesinde çok rahat ve huzurlu bir hayatım var. Dert olarak algıladığım ve dillendirdiğim şeyler ise sokaktaki vatandaşın dertleri ile aynı değil. Benim derdim kendim ve varlığın kendisi ile. Varlığa nacizane bir değer katmakla... Bu dünyaya bir çivi çakmakla...Büyük büyük hayalleri, idealleri, heyecanları olan biri olmanın getirdiği dertler benimkisi.


Bununla birlikte hayatımda eksikliğini duyduğum en önemli şeylerden biri yediğimin içtiğimin ayrı gitmeyeceği 1-2 kişi. Birçok arkadaşım var. Birkaç dostum da var. Ama herkesle olan ilişkim belli bir resmiyet ve sınır dahilinde. Bu sınırda genelde onların değil benim sınırlarım. Kendi sınırlarımı aşıp insanlarla iletişime geçemiyorum.


Ama geçmeye çalıştım. Bu insanlara arkadaşım da desem dostum da desem aradaki sınırı geçmek için harcadığım her çaba beni hayal kırıklığına uğrattı. Çünkü insanlar benim için önemli olana aynı oranda değer vermiyorlar. Bunu hissetmek beni kahrediyor.


Bundan şikayet ederken empati de kuruyorum tabii ki. Acaba diyorum aynı hissiyatı ben de muhataplarıma veriyor muyum? Halbuki; dertleri derdim mutlulukları mutluluğum...Samimiyim bu duygularımda ama bu samimiyetimi aksettiremiyor muyum acaba?


Tamam varsayalım ben bunda başarısızım ama dostum, arkadaşım dediğim insanlardan hiçbir karşılık beklemeden benimle dertlenmelerini benimle sevinmelerini benimle birlikte güzel vakit geçirmelerini beklemem çok şey mi?


Samimiyete olan ihtiyacım her geçen gün artıyor. Dünyaları omuzlayıp kaldırabilecek kadar güçlü hissediyorum kendimi ama bir yanım öyle kuvvetsiz ki sanki dünyaya bir omuz atsam omuzum çıkacak gibi hissediyorum. İşte dost bildiklerime omuzum çıktığında o omuzu yerine oturtmak için ihtiyacım var.


Çok değil 1-2 kişi sadece..................

26 Kasım 2009 Perşembe

PlayList




Bana gelen birçok yorumda forumda kullanılan müziklerimin ne olduğu soruluyor. Sanırım müzikler yazdıklarımın önüne geçmiş durumda. İyi mi kötü mü bilemedim :)


Ama olsun ben de tüm bu sorulara playlistimi yayınlayarak toptan cevap vermek istedim.
Çalma sırasına göre listem;

alanis morissette - utopia
David Gray - Babylon
3 Doors Down - Loser
Kansas City Shuffle Sound Track - Lucky number slevin
Tori Amos - Velvet Revolution
Toto Cotugno - Felicita
Placebo - A Friend In Need
Kusha Dogan - Nequelen
Kusha Dogan - Mu'min're Diyne're
Toto Cutugno - L'Italiano
Eros Ramazzotti - Laura Non Cé

21 Kasım 2009 Cumartesi

Seni Seviyorum


En çok böyle günlerde sana ihtiyaç duyuyorum. Kimseye anlatamadığım şeyleri anlatabileceğim tek kişi olduğun için seni seviyorum...


Ne zaman susacağım hakkında fikrin olmadığı halde beni sürekli dinleyeceğini bilmeyi çok seviyorum...


Yanında herşeyden kendimi koruyabileceğimi düşünüyorum. Yanında kurşun geçirmez oluyorum. Yanında senin haricinde ki herşey önemsizleşmesini ve hayatımdaki en önemli şey olmanı seviyorum...


Yanında ağlayabilmeyi seviyorum. Altından kalkamadığım her yüke ve gözyaşlarıma ortak olmanı seviyorum...


Benim gibi dertli olmanı seviyorum. Para, pul, makam, mevki değil insanların yüreklerine dokunma derdimi anlayabilmeni seviyorum...


Seninle birlikte kurduğumuz hayalleri seviyorum. Hayallerimizin ortak olmasını, aynı hayalleri kurabilmeyi seviyorum...


Ölümün bile bizi ayırmayacak olmasını seviyorum. Sadece bu dünyada değil iki dünyada da seni sevebilmeyi seviyorum...


"Seni seviyorum" demekten korkmamayı seviyorum. "Seni seviyorum" dedikçe sevgimin artmasını seviyorum...


Beni sevdiğini bilmeyi seviyorum. Bu sevgiyi hissetmeyi seviyorum...


18 Kasım 2009 Çarşamba

Işık


Hayattaki en zor şeyin insanın kendi ve özelde de nefsi ile mücadelesi olduğuna inanıyorum. Bu mücadeleyi zor kılan şey ise aslında böyle bir mücadelenin içinde olduğumuzun dahi bilincinde değiliz. Bu sayede düşmanımız sinsi bir hüviyete bürünebiliyor.

Bu blogun amacı olan ben ve benim hissettiklerimle bu konunun alakasını kuracak olursam eğer; tanıdığım tüm insanlar içinde bu mücadeleyi en çetin veren insan olduğuma inanmamdır. Tabii ki mücadelenin içinde olmak, kendime karşı zaferler kazandığım anlamına gelmiyor (zaten bu kazandığında biten bir mücadele değil, tekrar ve tekrar baştan başlayan bir mücadele). Ayrıca zaten kazanamadığım bir mücadelenin reklamını yaparak kahramanlık taslamak gibi de bir niyetim yok. Bu mücadelenin bilincinde olmak beni kahraman değil olsa olsa şansız biri yapar zira, hayatı kendine zehir etmenin çok etkili bir yolu…
Fakat yaşıma göre uzun zamandır verdiğim bu mücadele tamamıyla da boşa yapılmış bir mücadele değil. Büyük buhranlar ve yıkımların ardından en azından hayatta ki amacımı bulmuş oldum. Kendime bile sürpriz olacak şekilde bu amacı bulmak ruhuma bir aydınlık verdi.
Şimdilerde tüm yüklerimden kurtulmuş hissediyorum kendimi. Birçoğunu kendimin ördüğü duvarların önce sıvaları döküldü ve çatlaklar oluştu. Çatlaklardan ışık girdikçe kalbim ve ruhum bu ışığa meftun oldu. Yer yer çatlakların büyümesi ile yarıklar oluştu ve duvarlar artık yıkılıyor. Ölümsüz olan gerçek ölümlü yalanın yerine tekrar (NFK) geçiyor ve ben varlık nedenimle barışıyorum. Şu an yüreğim bu düşüncenin yarattığı heyecanla pır pır ediyor. Derdim artıyor ama artan ve büyüyen bu dert aslında varlığım için yegane dermanı barındırdığı gibi başkalarına da derman olma potansiyeli barındırıyor.
Neden böyle bir lutfa mazhar olduğumu bilmiyorum ama her lutfun kendi cinsinden şükrü gerektirdiğini bildiğimden bu ışığı paylaşmak istiyorum.
Ama şu an da nasıl yaparım onu bilmiyorum. Belki henüz bunu bilme zamanım gelmemiştir ve biraz daha birikim yapmam gerekiyordur…Zaman gösterecek !

5 Kasım 2009 Perşembe

Sevgi


Gel-gitlerin birbirini kovaladığı acayip bir ruh hali içindeyim. Bir yandan geleceğe dair umutlarımın verdiği heyecanla coşarken diğer yandan anın getirdiği kasvet ve yapılması gereken işlerin büyüklüğü yanında siniyorum, eziliyorum.


En çokta beni yoran şey bir türlü kelimelere dökülemeyen içimdeki dert. Kime anlatsam, nasıl anlatsam bilemiyorum. Dolup dolup taşan bir yüreğim var. Bir sürü korku, telaş, umut, heyecan hepsi aynı yerde. Eksik olan şeylerde var tabii. Mesela, sevgi...


Hiçbir şeyi sevmemeyi önceleri güçlü bir karakterin göstergesi sayardım. Hiçbir şeye bağlanmamayı, en güzel şeylerden bile bir anda vazgeçebilmeye kendimi alıştırdım. Güçlendim. Artık en zor gibi görünen şeylere dair kararları bir çırpıda alabilen biri oldum. Ama zaman bana bunun doğru olmadığını gösterdi sanırım. Şimdi o vazgeçtiğim bir sürü şey ama en çokta sevdiklerime onları ne kadar çok sevdiğimi söylememiş olmanın pişmanlığını yaşıyorum. Artık söylemeye söylemeye dilim kemikleşti. Belki çok konuşuyorum ama söylediklerimin hiçbirinin kıymet-i harbiyesi yok. Sözün özünü söylemekten çok uzağım.


Söylenmedikçe derdim büyüyor. Büyüdükçe korkum artıyor. Korkum arttıkça insanlardan uzaklaşıyorum ve uzaklaştıkça kendime bir dünya örüyorum. Ama gel gör ki, bu dünya ile dışarıdaki dünya aynı değil. Yarı şizofren bir hayatım olmuş durumda.


Kelimelere bile ayrı anlamlar yüklüyorum. Başkalarının hayatına ve önem verdikleri şeylere dair en basit şeyleri dahi anlayamıyorum ve benim için varlık sebebi olan şeyleri de anlatamıyorum. Ben ve dünyanın geri kalanı arasında büyük bir empati sorunu var. Halbuki ben bu dünya ruhumdan birşeyler katmak istiyorum. Eğer iletişim kuramayacaksam bunu nasıl başarabilirim?


Ben belki herkesin sevgisini gösterdiği şekilde sevgisini gösteremiyor olabilirim ama diğer yandan benim sevgime kimin ihtiyacı var ki? Ben kimim ki birilerine sevgimi gösterip onun benim sevgime değer vermesini bekleyeceğim?


Dilemma da bu değil mi zaten? Yani benim kayıp ettiğim nokta ! Denemeden asla bilemeyeceğim bir şey üzerine peşin hükümler veriyorum. Her zamanki gibi...........

31 Ekim 2009 Cumartesi

Günah Çıkarma


Hani diyorum benim değer sistemim de günah çıkarma diye birşey olsa...Acaba o zaman aradığım huzuru bulur muyum? Mutluluğun olmadığını biliyorum ama huzur da mı yok acaba?


Eğer huzur yoksa vicdanımda ki bu bana verilen nimetlerin hakkını verememe duygusundan nasıl kurtulacağım? Bu kadar çok şeye sahip olup da bu kadar huzursuz olmam neden?


Hayatta tek beklentim biraz huzur. Basit, gösterişsiz ve sıradan biraz huzur. Tek istediğim vicdanımın beni rahat bırakması. Aslında kafam o kadar karışık ki gerçekten vicdanımın beni rahat bırakmasını istiyor muyum ondan da emin değilim. Çünkü insan olarak değerim eğer varsa bu büyük ölçüde o şikayet ettiğim vicdanım sayesinde.


Ama hep kendi ile mücadele içinde biri olarak buna daha fazla ne kadar takat gösterebilirim bilmiyorum. Dönüp dolaşıp mücadelesini verdiğim şeyler mutlak bir değersizlik sonucuna varmama neden oluyor. Nereye dönsem ve baksam bir sıradanlık, bir gereksizlik var. Hiçbir şeye bağlanamadığım gibi hiçbir şeye önemde veremiyorum ve bu da o vicdan azabını çektiğim bana verilen nimetlerin kadrini bilememe sonucuna beni götürüyor.


Bu hissettiklerim varlık bilincinin bir yan ürünü mü yoksa dağların bile almaktan imtina ettikleri emanetin yükü mü bilemiyorum? Yoksa sadece bir delilik olmasın !! ?

18 Ekim 2009 Pazar

Bir dostum olsun istiyorum....


Bir dostum olsun istiyorum, içimdeki tüm korkuları paylaşabileceğim;


Bir dostum olsun istiyorum, her an arayabileceğim ama "neden aradın?" diye sormayacak;


Bir dostum olsun istiyorum, adam öldürsem bile bunu itiraf edebilecek kadar güveneceğim ama beni hiç satmayacak;


Bir dostum olsun istiyorum, "Kaf dağı şurada dediğimde" "hadi göster de inanayım" demeyecek;


Bir dostum olsun istiyorum, ideallerimi saçma bulmayacak;


Bir dostum olsun istiyorum, cehenneme gidiyorum dediğimde "sen nereye ben oraya" diyecek;


Bir dostum olsun istiyorum, cennete dahi onsuz gitmek istemeyeceğim;


Bir dostum olsun istiyorum, zırvaladığımda dahi dinleyecek, zırvalasa dahi dinleyebileceğim;


Bir dostum olsun istiyorum, yanı yanım, evim evi, dünyam dünyası olacak.


Bir dostum olsun istiyorum, ne kadınlar, ne para, ne makam aramıza giremesin, aramıza girecek tek şey ölüm olsun o da geçici olarak...


Bir dostum olsun istiyorum, çölde bile kendimi yalnız hissettirmeyecek;


Bir dostum olsun istiyorum, dostluk için mekanın ve zamanın farketmeyeceği 1000 yıl sonra da görüşsek ara da gezegenler de olsa görüştüğün andan itibaren bütün mesafelerin anlamını yitirdiği;


Bir dostum olsun istiyorum, bana saygı duyan ve benim de saygı duyduğum;


Bir dostum olsun istiyorum, kalbi hiç kırılmayan ve kalbimi hiç kıramayan;


Bir dostum olsun istiyorum, yanında ağlamaktan utanmayacağım;


Bir dostum olsun istiyorum, kötü şeyleri paylaşttığımda azaltan, iyi şeyleri paylaştığımda arttıran;


Bir dostum olsun istiyorum, tüm hayati kararlarında izimin olduğu, tüm hayati kararlarımda izi olan;


Bir dostum olsun istiyorum, eşyayı ve hakikati anlayan ve anlamama yardımcı olan;


Bir dostum olsun istiyorum, beni sadece iyi şeylere davet eden ama kötü şeylere davetime uymayan;


Bir dostum olsun istiyorum, sırf nasıl olduğumu merak ettiği için beni arayan;


Bir dostum olsun istiyorum, unuttuğum şeyleri bana hatırlatan ama en çokta insan olmayı unutturmayan...

8 Ekim 2009 Perşembe

Yine Bilmiyorum ....


İçimde garip bir duygu var. Kendimi acayip boşlukta hissettiren ama bir o kadarda hafiflemiş hissettiren bir duygu bu. Bırak tarif edebilmeyi iyi mi kötü mü onu bile tam olarak anlayabilmiş değilim.


Hep aklına gelen şeyleri yapmayı bir hayat biçimi olarak benimsiyeli tam olarak 4 yıl 3 ay 8 gün olmuş. Bu süre içinde kendi standardlarımın üstünde çılgınlıklar yaptım. İlginç bir hayatım olduğunu da düşünüyorum açıkçası. Ama bu son yaptığım herhalde en psikopatça olanıydı. Eğitimini aldığım en iyi bildiğim ve iyi sayılabilecek bir para kazandığım işi bıraktım ve tekrar okula döndüm. Akademisyen olmayı deneyeceğim. Sadece yapmak istediğim işin bu olduğunu düşündüğüm için ve hiçbir B planı olmadan bu sefer suya atladım. Benden 4-5 hatta 6 yaş küçüklerle olmak zorunluluğuna ve neredeyse unuttuğum bilgilerinde tekrarı mecburiyetine rağmen bu işe soyundum. Sonunda da bırak akademisyenliğin garenti olmasını doktoraya kabul edileceğimin bile garantisi yok.


Kafayımı yiyorum nedir anlamıyorum ama bu yaşa gelipte bu kadar hayati kararı kısa sürede alan başka kimse tanımıyor olmam durumun pekte normal olmadığına işaret ediyor. Lakin, hayatımın geri kalanı nefret ettiğim bir sektörde çalışarak geçer miydi ki??? Sanırım bir de bu tür büyük kararlar almanın sağladığı adrenaline bağımlılık var bende.


Bilmiyorum.........................

4 Ekim 2009 Pazar

Sultanahmet'de Starbucks


Benim büyük iddeaları olan bir milletin ferdi olmaktan dolayı duyduğum gurur hayatıma anlam veren en önemli şeylerden biri. Bu iddealardan biri ise kendine özgü bir medeniyete sahip olduğumuzdur.


Öyle kuşatıcı ve bütün bir medeniyettir ki bu yeme-içme alışkanlıklarımızdan ailevi örflere, temizlikten ticarete kadar bir bütünü arzeder. Bu kadar çok alternatifi ve yönü olan başka bir medeniyette ancak İran, Hint ve Çin'de vardır. Batılıları bunların içine katmıyorum bile.


Ama bizim sadece Osmanlı'ya değil Roma'nın doğusuna da başkentlik yapmış bir şehrin en gözde yerinde starbucks, mcdonalds vb küresel kurumların açılmasına izin vermemiz nasıl bir aymazlıktır anlamıyorum. Dünya'nın en büyük yapılarını barındıran bir meydanda daha özgün restauran mağaza vb yerler kurabilecekken bunlara izin vermek tam bir gaflet. Ama ben bu yazıyı yazarken hedefim bu tür eleştirileri gündeme getirmek değildi.


Asıl beni kızdıran benim oralarda bulunduğum sırada tesadüfen gözüme çarpan bir durum. Sultanahmet starbuks'ta bulunanların tamamımın Türklerden oluşmasıydı ! Resmen kan beynime sıçradı bu zevatı orada görünce. Sen ki bir tarihin kalbinin attığı yerdesin gide gide starbucksa mı gidiyorsun ! Yazıklar olsun ! Tamam belki o an için bir tesadüftü bu kadar türkün orada olması ama tek bir türkün bile olmaması gereken bir yer olduğu kanaatindeyim. En azından Sultanahmet bize ait olsa fena mı olur?

29 Eylül 2009 Salı

Son Osmanlıya Veda


Osmanlı'nın sarayda doğan son ferdi de dün itibari ile toprağa verildi. Böylece monorşiler içindeki tek hanedana dayanan en uzun ömürlü devletin son kalıntıları da artık yok. Bu durumda bende bir hüzünle beraber kafa karışıklığınıda beraberinde getirdi. Hüzünlüyüm çünkü, nostaljikte olsa Osmanlı'ya bir hayranlığım var. O tüm doğu için son büyük medeniyet zirvesiydi ve ondan beri doğu hep ezilen ve yenilen durumunda. Kafam karışık çünkü şimdiye kadar yok sayılan bir ailenin son ferdinin cenazesine olağan üstü bir ilgi gösterildi ve bunun ne anlama geldiğini bulamıyorum. Cenazesinin Sultanahmet'ten kaldırılması da bir başka ilginç ayrıntı oldu. Sanırım bir ölümün üstünden Türkiye'nin tarihi ile barıştığını daha net görebiliriz. Artık bize ağırlık yapan ve geriye çeken şeyleri aşıyor muyuz ne???.

11 Eylül 2009 Cuma

Ben de Modernim Ne olmuş ??


Taktım resmen ! Modernlik kavramına taktım. Utanmıyorum da takmaktan. Bence herkes biraz takmalı. En azından takacaksak bu modernliğe takmalıyız. Birileri takması lazım o niye ben olmayayım??

Modernlik, kısaca "yeni olan herşey iyidir" demek. Değişim şarttır modernleşme için. Herşey sürekli kaos içinde olmalı ve sürekli yenilenmelidir. Zannedildiği gibi teknolojik olarak ilerlemiş olmakla modern olmak aynı şeyler değildir. Mesela 1990 lara kadar Japonya teknolojik olarak ileri bir ülke iken modern bir ülke değildi. Halâ da tam olarak değil.

Modern insan büyük şehirlerde oturmaya alışmış olmalıdır. Belli bir geliri, gideri ve geleceği/kariyeri olmalıdır. Hayatında herşeyi sigortalı olmalıdır. Kendini güvende hissetmelidir ama neye karşı güvenceye ihtiyacı olduğunu düşünmemlidir.
Sürekli kendini geliştirmelidir (?). Kariyerini, ilişkilerini, yeteneklerini vücudunu...Kendine tapmalıdır adetâ !
Problemleri makro olarak değil mikro olarak ele almalıdır ve sadece kendi problemleri ile ilgilenmelidir. Ailesi bile mikro aile ya da "çekirdek" aile olmalıdır. Sosyalleşmek adına abidik gubidik ortamlara girmeli ama en yakın akrabaları için zamanı olmamalıdır. Delice tüketmek için içinde bitmez tükenmez bir şehvet olmalıdır. Şehvet derken cinselliği de unutmayalım. Bir sürü reklamda beynine küçük yaştan itibaren şehvani arzular pompalanmalıdır ki tam olarak modern olsun.

Hayatın aslında çok kısa olduğunu unutarak saatlerini trafikte harcamalı sonra yıllık izin adındaki kısacık zaman dilimini nasıl geçireceğini aylarca planlamalıdır.

Geçmişe ait ne varsa tû-kaka edebilmelidir. Bir çırpıda tüm tarihi birikimleri red edebilmelidir. Kendine ait olmayan değerlere açık olmalıdır ama kendi gibi düşünmeyenlere ise bir o kadar acımasız olmalıdır. En nefret ettiği şey gericilik olmalıdır ama gericiliğin ne olduğunu tıpkı modernliğin ne olduğunu bilmediği gibi bilmemelidir. Modern insana göre herkes modern olmalıdır.

Hümanist olmalıdır modern insan. Ama human dediği kişiler için ayrıca tabirleri ve sınırları olmalıdır. Yaratılan olmak onun için yeterli değildir asla. Human olmak için modern olmak ön şarttır.


Ve en önemlisi tüm bunları da gönüllü olarak yapmalıdır...


10 Eylül 2009 Perşembe

Kargaşadan Kurtarılması Gereken Kavramlar


Sürekli şikayet ettiğim konulardan biri kullanımda bulunan kelimelere herkesin farklı anlamlar yüklemesidir. Aynı dili konuşupta birbiri ile anlaşamayan bu kadar çok insanın olduğu bir toplum olduğunu sanmıyorum. Özellikle benim gibi kendi dilini inşaâ etme iddiasında olan ve kelimeleri sözlükteki anlamı ile kullanmaya gayret eden biri içi bu durum daha büyük bir ızdırap oluyor.

Bu kargaşa içinde anlamlara sahip kelimelerin genelde politik, dini ve sosyal terimler olması ise başlı başına bu alanlarda son dönemlerde toplum olarak yaşanan teorisyen sıkıntımızın adetâ kanıtı. Hep söylediğim gibi bizim iyi mühendislerimiz ve bilim adamlarımız var ama sanatçı ve teorisyenlerimiz yok. Bu da toplum olarak medeniyet seviyemizin yükselmesini engelliyor ve teknik olarak ilerlemekle birlikte bunu destekleyen kültürel altyapıyı oluşturamıyoruz. Nitekim felsefesi ve ideali olmayan bir toplum haline dönüşmemizin ve netice itibari ile eklektik bir elitizm ile kroluk derecesinde bir köylülük arasına sıkışıp kaldık. Kendi sentezimizi yaratamıyoruz bir türlü.

En çok kavram kargaşası yaşadığımız kelimeler ise;

Millet ve milliyetçilik
Laiklik
Şeriat

Aşk
Dindarlık
Alevilik
Türklük
Müslümanlık
Takiyye
Modernlik
Gericilik / İrtica
Demokrasi
Müttefiklik / Stratejik ortaklık
Atatürkçülük

Cinsellik


Dahası da var ama şimdilik ana hatları bunlar. Bunları bir yerli yerine oturtalım gerisi gelir.



9 Eylül 2009 Çarşamba

Tut Bizi Ey Oruç, Kıl Bizi Ey Namaz...Vıcık Vıcık Bir Ramazan


Kalıplar ve şekiller çerçevesinde yaşamaya, yaşayanlara ve yaşamak zorunda hissettirenlere karşı bu bünye de acayip bir alerji var. Herşeye tahammül edebilen bu bünye, bu konulara tahammülde acayip zorlanıyor.



Son yıllarda bir tür yeni Ramazan şekli oluştu. Ramazan çadırları ile başlayan bu kamusal ramazan, Sultanahmet, Eyüp gibi manevi merkezlerde düzenlenen panayır ve eğlencelerle zirve haline ulaştı. Buna eşlik eden medya ise ramazandan ramazana ortaya çıkan bıyıklı hocaların işgali altında. Dahası, her avâm şeyde olduğu gibi halk bu tür bir ramazan algısına o kadar sarıldı ki; bunun ne kadar yanlış olduğunu gören ve dillendiren kimse yok sanki. Ailelerin iftarı Sultanahmet'in o mahşeri kalabalığında açmak için girdikleri yarış beni resmen şok ediyor.



Ama bu resim içinden en gıcık kaptığım figürleri bıyıklı hocalar. Bir hoca nasıl hoca olur bu memlekette bir türlü anlamıyorum. İpini koparan, ağzı 2 laf yapan ve avamın lisanı ile konuşan kim varsa ekranda vaaz veriyor. Bir sürü teknik fıkhi konuya dalıyor ama kaç kişinin ruhuna tatlı bir huzur veriyor bilemiyorum. İnsanların bilmeye ve korkmaya değil hissetmeye ve yaşamaya ihtiyacı var. Cennet ve Cehennemi bir ödül veya ceza yeri gibi gösteren, okul çocuklarına ders anlatan öğretmen edasının hala prim yapıyor olması sanırım toplumun en ezik yönü. Halbuki; cennet ve cehennem için mi ibadet yapılır? Ramazan şuuru bu mudur? Yoksa Yaradan'ın ile samimiyeti arttırıp içindeki yaratılan duygusunun ne demek olduğunu hissetmek midir?

Aslında insanlara olayın mantığını anlatmak lazım değil mi? Neden aç kaldıklarını? Kime ne yararı olduğunu? İnsani şuur ne demek olduğunu? Yaşamadan inanmanın bir anlamı olmadığını, inandım demekle de inanılmadığını bunu hissetmedikten sonra inanmakla inanmamak arasında bir fark olmadığını falan anlatmak lazım. Ancak o zaman din asli vazifesini yerine getirecektir. Yoksa bıyık hocanın dediği gibi ibadet yapıldığında ya da ramazandan ramazana camiye gidildiğinde değil.


Ne kadar anlatsamda konuyu bütünlüğe ulaştıramıyorum zira, bir insana inanmanın ne demek olduğunu nasıl anlatırsın ki? Hayatının hafifleten tüm yüklerden kurtaran ve herşeye anlam veren bu duyguyu kelimelerle anlatmak mümkün olsaydı keşke...

5 Eylül 2009 Cumartesi

İstanbul Sen Geceleri Daha Güzelsin


Beraber oturduğumda konuşmaktan ve konuştuklarını dinlemekten keyif aldığım çok az insan var ve bunlardan bir kısmı ile cumartesi akşamı sohbet ve iftar etmek amacı ile buluştuk. Gecenin ilerleyen saatlerinde ise Galata'da hem Boğaz hem Haliç görünen bir mekanda sohbet ettik.


Ettiğimiz sohbetin güzelliği bir yana İstanbul'u hissetmek ayrı bir güzellikti. Uzun zamandır İstanbul'u ihmal ediyormuşum. Doya doya İstanbul'a gece baktım. Hasret giderdik. O sustu, sadece gözleri konuştu...


Genel bir görüşüm daha da pekişti: İstanbul geceleri daha güzel bir şehir. Gözüme çarpan tüm asimetri ve zevkten yoksun mimariyi gece örttüğünde göze sadece ışık denizi ile bence ustalıkla aydınlatışmış olan camilerin görüntüleri kalıyor. Bize ait ne varsa sanki geceleri ortaya çıkıyor. Nasıl biz aslında kendimizi geceleri inşaa edebiliyorsak, İstanbul'da kendini gece yeniden inşaa ediyor.


Ne kadar özel ve güzel olduğunu içine girmeden ve uzaktan baktığında anlamak daha kolay İstanbul'un. Güzel olduğunu herkes anlar ama özel olduğu konusunda yorum yapmak için kendimi otorite kabul edebilirim sanırım. Gördüğüm bir düzine ülke ve birkaç düzine şehirde eşi, benzeri ve emsali yok. İstanbul'u bir başka yerle kıyaslamak ise tamamen bir zuldür.


Kısaca, İstanbul bir yana dünya bir yana...

3 Eylül 2009 Perşembe

Anakronik Adam


Kafayı mı yiyorum yoksa entellektüel verimlilikte zirve mi yapıyorum karar veremediğim bir dönemdeyim. Ama ilk ihtimal daha makul görünüyor.


O kadar etrafıma yabancılaşmış durumdayım ki; ne düşündüklerim ne hayat pratiklerim ne de hissettiklerim sosyal olarak aynı ortamı paylaştığım insanlarla benzerlik gösteriyor. Tamamen zamanın dışında beklentilerim, hayal kırıklıklarım ve hüzünlerim var. Beni mutlu eden şeyler ise cemil cümleden tamamen ayrı. "Bu zamanda böylesi" şeklindeki muhabbetlerin vazgeçilmez konusu benim. Ya da "bu zamanda böyle yaşanır mı?" muhabbetlerinin. Hem + hem - anlamda bu kadar ortak muhabbete konu olabilmeyi de nasıl değerlendirmem lazım bilemiyorum.


Benim için çok sıradan bir yaklaşım olan bir durum bazıları tarafından bir erdemmiş gibi algılanırken, yine benim için hayatın ta kendisi olan bir düşünce tarzı yine bazıları tarafından ultra marjinal algılanıyor ve tû-kâkâ ediliyor.


Bu bir yalnızlık feryadı değil. "Beni kimse anlamıyor" geyiklerinden ise nefret ediyorum. Sadece bir merak... İnsanları ve onların insan olmaktan kaynaklı zaaflarını anlayabiliyorum. Neticede bende bir insanım. Ama zaaflarını bilen ve en azından bunları minimize etmeye çalışan biriyim. Fakat öyleleri var ki; daha kendilerinden bi-haberler. Ne potansiyellerini ne de zaaflarını irdeleyebilmişler. Hep şikayet ettikleri yalnızlık içinde olmalarına rağmen azıcık kendileri üstüne düşünmeye zaman ayırmayan insanlarla dolu heryer.


Bu zamanda değilde ne bileyim biraz daha ileri bir gelecekte yaşasam acaba diyorum insanlar daha az maddiyatçı daha çok uhrevi olurlar mıydı?

16 Ağustos 2009 Pazar

Aya İrini'de 1 Avuç Türk Musıkişinas


Cuma gecesi rutin hayatımın dışına çıkma imkanını Aya İrini'de bir konsere giderek yakaladım. Bir dostumun önerisi ile Büyükşehir Belediye'sinin organizasyonu ile yapılan Klasik Türk Müziği kampının gala gösterisi ve küçük bir konserine gittim.


Dünyanın x ülkesinden gelen ve klasik Türk müziği enstrümanlarını kullanmak isteyen bir grup öğrenciye İstanbul Kültür A.Ş'nin sponsor olduğu bir haftada, ilgi duydukları enstrümanlarla ilgili eğitim verilmiş ve sonuçta da küçük bir konser ile hünerlerini sergilemek imkanı yaratılmış. İyi de edilmiş...


Bu konser sadece bir grup öğrencinin kulaklarımızın pasını silmek için yaptığı bir çalışma değildi. Benim algılamam Türk emperyal iddiasının tekrar canlandığının ilanına dairdi. Zira, dünyayı var olduğundan beri şekillendiren ama 200 yüzyıldır içine kapanan ve gerileyen, bu çerçevede yok edilemediyse de görmezden gelinen bir kültürün canlanma emareleri vardı. Aksi takdirde bir iddiası olmayan bir kültürün gidipte x ülkeden öğrenci bulup ona çalgılarını tanıtmak derdi olmazdı. Determinist yaklaşım bunu gerektirir :)


Tabii, konser atmosferi çok ilginçti. Aya İrini özü itibari ile Türk kültürünü ne kadar yansıtıyor diye tartışılabilir. Koskocaman bir haç işaretinin altında kanun, ud, kemençe dinlemek oldukça garipti. Ayrıca ibadet edilmese de o amaca hizmeti gaye edilmiş bir ortamın kültürel de olsa bu tür bir organizasyona ev sahibi olmamasının gerektiğine inanıyorum. Yarın birgün Balkanlarda ki bir cami de de aynı organizasyonu Sırplar, Macarlar ya da Yunanlılar yaparsa ne deriz?


Organizasyonda benim bile gözüme çarpan amatörlüklere de değinilebilir. Daha iyi bir lansman, daha iyi bir sunucu ve ya da kareografi de yapılabilirdi !


Ama herşey bir yana artık kendine güvenen bir grup insanın iddialarını hayata geçirdiğini görmem gelecek için içime umut doldurdu. Aslında pası silinen kulaklarım değil içimde ki umuttu. Ben görür müyüm bilmiyorum ama en azından çocukları bu ülkenin tekrar "kodumu oturtan" bir ülke olduğunu göreceğine dair inancım pekişti.


VİRA BİSMİLLAH !

13 Ağustos 2009 Perşembe

Özgürüm, Özgürsün, Özgür… Özgür müyüz acaba?



Bir sürü kavram üzerinde akıl almaz kargaşalıklar yaşayan bir dile sahibiz. Bu karkagaşalıklardan biri de bu özgürlük kavramıdır? Nasıl özgür olunur ve kimler olabilir? Hatta özgürlük nedir? Bu sorulara herkesin vereceği cevap o kadar farklıki…

Aslında özgürlük üzerine bize dayatılan bir kalıp var: istediğini istediğin zaman istediğin şekilde yapmak. Ama bunun genel çerçevesine baktığımda aslında sadece tüketmeyi hedefleyen bir dünya görüşünün idealleştirilmesi olduğunu görüyorum. Özetle ne kadar tüketebilirsen o kadar özgürsün !! (?) Fakat tüketmek için gerekli kaynakları elde etmek adına katlanman gereken modern köleleştirici kapitalist sisteme ne demeli??? Sabahın belli bir saatinde kalkıp belli bir saate kadar ve çoğu zaman bizi mutlu etmeyen ve hatta değer üretemediğimiz işlerde çalışmıyor muyuz? Daha çok tüketebilmek ve aslında ihtiyacımız olmayan şeyleri almak için ömrümüzün yarısını bu sisteme köle olarak harcamanın neresi özgürlük ki?

Kredi kartları reklamlarına baktığında bize mutlu insan figürü sunuluyor. Figürlerin tamamı ihtiyacını(?) parası olmadığı halde alabilen insanlar. Ama sonra o aldıklarının paralarını ödemek adına reel de ki insanların hali nicedir !!!

Ben buna gönüllü kölelik diyorum. Gönüllü olarak köle olmaya da hiç niyetim yok. Herşeye rağmen bu sisteme ve dayattıklarına muhalifim. Her zamanda öyle olacağım. Her ne kadar zaaflarım ve beni cezbeden tüketim kültürü ürünleri varsa da yine de sadece düşünmeden tüketen biri olmamaya gayret ediyorum.

Para kazanmanın en büyük hedef olduğu ya da kazandığın para miktarının yegane başarı kıstası olduğu bir düzene lanet olsun.

Ben yokum !

26 Temmuz 2009 Pazar

Günün Üzerine...


Bugünlerde hep bir arbade var içimde. Hayat ne kadar rutinse içim o kadar kaos. Canımı sıkmayan neredeyse hiçbir şey ve hiç kimse yok gibi. Hiçbir şeye konsantre olamıyor, hiçbir şeye karar veremiyorum, hiçbir şeyden istediğim kadar zevk alamıyorum...

Her zamankinden çok ölümü düşünüyorum ama eskisi kadar Hayatı Veren'den korkmuyorum. Herşey kendi ekseninde dönerken ben neyin etrafında dönüyorum anlamadım gitti. Bindik bir alamet gidiyoruz kıyamete hesabı bir durumdayım.

Beni heyecanladıran şeylerin peşinden gitmem gerekirken beni korkutan şeyleri arkama almış birbirinin aynısı olan günler yaşıyorum. Huzuru arıyorum ve nasıl bulacağımı bilirken bir türlü elde edemiyorum.

Hayattan birşey istemem lazım ki; birşeyler renk katsın rutinime ama hiçbir şey istemiyorum.

Lanetlendim mi nedir?

21 Temmuz 2009 Salı

Hayattaki "En"lerim


En paha biçilmez şey; SAĞLIK

En vazgeçilmez şey: ÖZGÜRLÜK

En bağımlılık yaratan şey; HİÇBİRŞEY

En güzel şey; iNANMAK

En büyük lütuf; ÖLÜM

En büyük meziyet; UNUTABİLMEK

En çirkin şey: KİN

En zor şey; İRADE

En kolay şey; TEMBELLİK

En zevkli şey; ÖĞRENMEK

En iğrenç şey; ŞEHVET

En gerekli şey; PARA

En gereksiz şey; HIRS

En büyük zaaf; KORKU

En büyük zenginlik; ŞUUR

En önemli şey; AİLE

En korkunç şey; HAYAL KIRIKLIĞI

En şaşırtıcı şey; CEHALET

En büyük mutluluk; BAŞARI

En gerekli erdem; TEFEKKÜR

En berbat şey; PİSLİK

En acayip şey; RUTİN


En muallak şey; KABİR

En bilinmez şey; AHİRET

En herkese lazım şey; EMPATİ

8 Temmuz 2009 Çarşamba

J'ai été à Paris




Evet gördüm Paris'i de gördüm. Her ne kadar gezilecek ve görülecek yerler listemde bulunmasa da kardeşime verdiğim sözün gereği olarak Paris'e de gitmiş bulundum.


Aslında beklentilerimin ötesinde güzel bir şehirler karşılaştım. Tipik bir Batı Avrupa şehri ama çok büyük ve harika planlanmış bir şehir. Resmen turizm merkezi olması için ilmek ilmek dokunmuş. Çok az şehrin bir tarzı vardır ve Paris gerçekten tarzı olan bir şehir. Binaları özellikle hoşuma gitti. Tek düze yapılar ama ayrıntılarda farklılaşmışlar. Dışarıdan bakınca anlamak zor olan ayrıntılar... Balkonsuz evler ya da daha doğrusu Fransız balkonlu evler. Dümdüz ve geniş caddeler. Her köşe başında bulunan cafe ler.


Temiz bir şehir değil Paris. Hijyen ise kesinlikle Fransızlar için bir öncelik değil. Bir hayvan ile bir Fransız arasında hijyenik anlamda bir fark yok bence. Ama ulaşım şahane. Metrolarına ve otobüs hatlarına bayıldım. Her yere rahatlıkla metro ile gidilebilir. 500 metre de bir metro durağı var. Tabii içeri girince kayıp olmazsanız istediğiniz yere gidebilirsiniz orası da ayrı bir konu. Sanırım yerin üstündeki kadar altında da zaman geçirdik. Fiyatlar ise çılgın. Metro 1.60€. Aktarmalar ücretsiz ama yine de pahalı. Fakt metro en pahalı şey değil.

En pahalı şeyse su. En ucuz su 1.50€ dan başlıyor. Tabii içebilirseniz. Adamlarda market denen hadise çok az. Her şey turistik olduğundan fiyatlarda turistik! Market yok dedim ama bakkal var sanmayın. Merkezde bakkalda çok az var. Şehrin az dışında biraz daha sık bakkal bulmak mümkün ama fiyatlar çok eğlenceli. Bakkalı bulduğunuza bulacağınıza pişman olabilirsiniz. En ucuz şey taksi. İnanması zor ama taksiler binilebilir ve kesinlikle sizi dolandırmazlar.


Fakat Paris’te en çok ne hoşuma gitti diye soranlara verdiğim tek cevap var. Eiffel, Louver ya da Orsay değil. Şehrin muazzam güvenliği !! Harika bir güvenlik var. Turist sayısı şehrin nüfusundan fazla olunca sanırım bu bir gereklilik ama yine de insanlar gece 1’de rahatlıkla sokaklarda dolaşabiliyorlar. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor.


En gıcık olduğum ise hiçbir uyarının, ilanın ya da yönergenin İngilizcelerinin olmaması. Barselona ve Roma’da turistik şehirlerdi ve orada her şeyin İngilizcesi rahatlıkla bulunabiliyordu. Paris’te ise müzelerde bile İngilizce açıklama yok. Mağazadaki satıcılar bile İngilizce konuşmuyorlar. Resmen bu konuda bir mütabakat var gibi. Nefret ettim resmen. Biraz kasınca Fransızca ve İngilizcenin aynı kökenden gelmesinin avantajlarını zaman zaman kullandım ama hakikaten sinir bozucu bir olaydı.


200 yüzyıl önce kasabadan biraz büyük bir şehrin bu kadar kısa sürede 35 milyon yıllık ziyaretçi çeken bir yer olması çok şaşırtıcı bir ayrıntıydı benim açımdan. Louver ya da Eiffel ile ilgili olarak zaten google da milyon tane şey var. Ondan buraya izlenimlerimi aktarma gereği duymuyorum.
Yalnız Paris’i karış karış dolaştım. Daha doğrusu şehir merkezini dolaştım ve bu dolaşmalarımın çoğunu yürüyerek yaptım. Bunun sonucunda ayaklarım şişti. Sanırım bir daha ki sefere bir yeri bu kadar çok yürüyerek dolaşmayacağım. Yorulduğumu ancak akşam otele gidince anladığımdan 3 günün sonunda pestil olmuş buldum kendimi.

Hoş bir rastlantı da Fransa'da ilan edilen "Türk Mevsimi" dolayısıyla Eifell de ki Mercan Dede ve Anadolu Ateş'inin gösterilerine rastlamış olmamızdı.

Herşeye rağmen tecrübe edilmesi gereken bir şehir olarak aklımda yer etti…

28 Haziran 2009 Pazar

Pazartesi Sendromu




Neden pazartesilerinden nefret ediyorum diye düşünüyorum bir süredir. Sonra salakça bir soru olduğunu farkedip düşünmeyi durduruyorum taa ki bir sonraki pazartesiye kadar. Pazartesileri iş yerimdeki halimi yukarıda görmek mümkün.

Ben kendimi bildim bileli pazartesilerden nefret ederim. önceleri okula gitmekten nefret ettirirdi pazartesileri sonra yurda dönüş günü olduğu için ayrı bir nefret uyandırdı içimde bu mel-un gün. Dönem lise dönemiydi...

Sonra üniversite oldu. Vize, quiz, final vb mecburi durumlar hariç hiç bir pazartesi okula gitmedim. Hep haftanın ilk günü salıydı benim için. Ama salı hiç bir "salı sendromu" diye birşey hissetmezdim.

Ve iş hayatı başladı. Geçmiş tüm pazartesilerden daha rezil olan pazartesilerin ardı arkası kesilmez oldu. En güzel pazartesiler hep tatil olanlarıydı zaten.

Neden pazartesilerinden nefret ediyorum? Çünkü ben doğuştan tembel biriyim. Çalışmak benim bünyemem uygun değil. Hele rutin ve mecburiyetten yapmam gereken şeyler olursa (işe gitmek gibi) daha çok alerji oluyorum. Bir gün belki sadece canım istediği için çalışmam mümkün olacak. İşte o zaman hiçbir pazartesi işe gitmeyeceğim.


Demedi deme !!

27 Haziran 2009 Cumartesi

Buram Buram Anadolu- Adıyaman


Genel itibari ile bir şeyleri seri halinde yazmayı seviyorum sanırım. Benim gibi beyaz türk aday adayı olan biri olarak Anadolu ile ilgili yazı yazmak ise tam bir ironi olsa gerek. Daha önce yazdığım Sivas yazısına müteakip Adıyaman ile devam ediyorum.


Normalde Anadolu şehirleri denince benim sadece Ankara aklıma gelir. Türkiye'nin en büyük köyüdür Ankara ama yeni işim dolayısıyla artık aklıma geldiğinde bile acayip gelen yerlere gitme durumum oluyor. Adıyaman'da o yerlerden biri. İlginç bir yer demek isterdim Adıyaman için ama maalesef değil. İlginç olan tek şey nereye kafanızı çevirseniz gördüğünüz bozkır. Bir şehir bu kadar mı kuru olur? Sivas'ta bile bir iki nehir dere neyim vardı. Burada hiç bir şey yok.


Halkı ile ilgili çok birşey söylemem mümkün değil ama sanırım iyi insanlar. Tam bir doğu şehri değil ama gelişmemiş olduğundan bir kayseri ya da Antep te değil. Arada kalmış. Ama zaten su olmayan birşehrin gelişmesi mümkün de değil.


Şehirin bir ucundan diğerine bisikletle bile gidilir. Havaalanı ise Bakırköy otobüs durağı kadar. Bir insanın Adıyaman'da yaşaması için sanırım Adıyaman'lı olması gerekir. Zira başka bir neden göremiyorum. Feodal bir tarım şehri. Neredeyse hiç sanayi yok ya da küçük atölye ebatında organizasyonlar.


Şehrin hiçbir büyük şehirle doğru düzgün ulaşım bağlantısı yok. Urfa ve Antep en yakınları ama yolları o kadar kötü ki yolculuk esnasında midem bulandı.


Umarım birgün Adıyaman'ın güzelliklerini de anlatacak yazı yazabilirim ama şu an güzel birşey aklıma gelmiyor. Tabii en ünlü yeri olan Nemrut'a çıkmak fırsatı bulabilsem belki herşey farklı olacaktı. Zira, ciddi bir turistik merkez olmuş Nemrut ve özellikle iç turizm için gelenleri rahatlıkla görebilirsiniz. Belki bu tür tursitik aktivite olması dolayısıyla şehir halkının bakış açısı mesela bir Malatya'ya göre biraz daha ılıman geldi bana. Giysilere dahi yansıyan bir fark bu.


Ama ne olursa olsun Adıyaman yalnızca Adıyaman....

14 Haziran 2009 Pazar

Ölüm Üzerine Mütalaa


Benim zaman zaman etrafımdaki herkesten acayip derece farklı olduğumu hissettiren fikirlerim vardır. Ne zaman bunlardan herhangi birini aynı sosyal ortamı paylaştığım bir insanla konuşsam acayip tepkiler alıyorum. Benim için gayet normal bir düşünce yapısının ürünü olan fikirler etrafımdaki insanlar için oldukça marjinal karşılanıyorlar. Zaten, artık bunları paylaşacak çokta insan etrafımda bulundurmuyorum. Sırf bu garip tepkileri almamak için...

Ölüm konusu da bu tür bir konu. Hayat benim için çok basit olay. Doğarsın, büyürsün, ölürsün. Hayat, yaratılış yolculuğunun bir durağı sadece. Yorucu, üzücü, sıkıntılı herşey aslında yolculuğun tamamını düşündüğünde çok kısa fasılalar. Tabii, bunu anlamak için farklı bir açıdan hayata bakmak gerekiyor. Öğretilen ve dikte edilen herşeyden zihnini arındırmak lazım. Ben bunu henüz tam olarak başaramasamda bir miktar mesafe kaydettiğime inanıyorum. Nasıl, hayata gelen biri için büyük bir şenlik düzenlemek ve sevinmek yersizse, ölen ve hayatı terkeden biri içinde kendini paralamak ve hırpalamak bir o kadar yersiz. Ne hayata gelmek, ne yaşadığın hayat ne de ölmek bizim kontrolümüzde olan süreçler değil.

Tabii, insan olmanın bir yan etkisi olarak ölen biri ile beraber sizinde bir parçanız ölüyor. Ne kadar da determinist biri olsanız da üzülmemezlik edemiyorsunuz ama bahsettiğim düşünce tarzı ile acıya karşı direnciniz artıyor. Birçokları için soğuk bir düşünce olan bu tarz aslında hayatı yaşanır kılan çok basit bir yaklaşım. Bence, mücize olan zaten hayatta kalmak ve yaşamaya devam edebilmek. Hergün uykudan uyanmak ve güne başlamak bile bir mucize iken ölümü sanki marjinal ve süpriz bir olay gibi karşılamak nedendir anlayamıyorum?

Eskiler, aile fertlerinin mezarlarını evlerinin bahçelerine veya çok yakınlarına yaparlarmış. Hayatla ölüm arası mesafeyi kısa tutmak diye ben buna derim. Biz ise ölümü hayatımızdan ve gündemimizden çıkardık ya da çıkarttırdılar.

Halbuki; binlerce insan hergün evlerinde saçma sapan işgaller, savaşlar veya deneyler yüzünden ölüyor. Ama biz bir kişinin ölümünü trajedi olarak nitelerken binlerin ölümünü istatistik olarak değerlendiriyoruz. Bir yakınını kayıp eden insan bir ömür bunun ağırlığını hayatında hissederken binlerin ölümüne duyarsızlaşmak nasıl bir psikolojik çarpıklığın yan ürünüdür?

Aslında ölüm insana verilmiş en büyük lütuflardan biri. Hani Yaradan diyor ya "Hayır bildiklerinizde şer, şer bildiklerinizde hayır vardır" diye. Ölüm bence bizim şer bildiğimiz hayırlardan biri. Çoğu zaman düşünüyorum da bu kadar çirkefin, adaletsizliğin, ahlâksızlığın olduğu ortamda inadına hayatta kalan milyarlar için ölümden daha güzel bir mükâfaat olabilir mi? Birgün öleceğini bilmese o milyarlar, dünyada ki kaos ne ölçüde olurdu?

Birgün öleceğini bilmesen hayat ne kadarda sıkıcı olurdu? Ya da ne zaman öleceğini bilsen ne kadar acınası bir hayat olurdu? Ölümü bu kadar gözümüze kötü gösteren şey acaba ölümün kendisi mi yoksa bizim hayatı ve yaşamı algılayış biçimimiz mi? Bunu bir düşünmek lazım kanımca.

9 Haziran 2009 Salı

Bir Zavallının Kendi İle İmtihanı


Hayatımın yarısı kendi kendimi eleştirmekle geçiyor. Diğer yarısının ise nasıl geçtiğini anlamıyorum bile. Anlayabildiğim yarısı, yani kendi kendimi eleştirdiğim kısımda hep dönüp dolaşıp aynı yere geliyorum. Ben bir türlü bir işte veya uğraşta "en iyi" olamıyorum. Yaptığım birçok şeyde oldukça iyiyim ama hiç birşey de en iyi değilim maalesef. Bazı şeylerde ise çok kötüyüm ki bu da cabası :( Elimi neye atsam bir yetersizlik hissi ruhumu sarıyor.

Hani çeşitli kereler Allah'ın seçilmiş kulu olduğumu ima eden şeyler demiştim ya, bu benim herhalde imtihandan geçirilmediğim anlamına gelmiyordur. Benim imtihanım en büyük imtihan. Kendimle imtihan...Sürekli en büyük düşmanını yanında taşımak nasıl bir duygudur "ben" olmadan anlaşılmaz diye düşünüyorum. Sürekli bu bedene hapsedilmişlik, bir yetersizlik, bir daralmışlık hissi...

Öyle ki; ıssız bir adaya düşsem yanıma alacağım 3 şey sanırım: korkularım, endişelerim, takıntılarım olurdu. Zira, onlarsız bir hayat düşünemiyorum.

Ama artık onlarsız bir hayatım olsun istiyorum. Herşeyi düşünmek, planlamak, uygulamaya çalışmak ve sürekli mücadele etmek benim bünyeme uygun değil. Biraz da işler oluruna varsın diyorum. Gerçi ben ne yaparsam yapayım hep oluruna varıyor ama ben stresimi yanıma kâr bırakıyorum.

Bir ara demiştim ya "beynimin turn off düğmesi olsa" diye. Aynen o moddayım bu aralar.

7 Haziran 2009 Pazar

Rutine Esir Olmak


Geçenlerde bir bankanın tatil kredisi ile ilgili reklamını gördüm. Birkaç versiyonu olan bu reklamda bahsedilen bir hayat vardı. İşten eve-evden işe bir hayattı bu. Sonunda da "sizin hayatta bıraktığınız iz bu kadar" diye bir grafik çizip ev ile iş arasını işaretliyorlardı.


Bu reklamın hedef kitlesinde olduğumu düşünüyorum. Aynı orada betimlenen gibi bir hayatım var. Hergün aynı yerde olan bir kitabım, sürekli olarak aynı sorunlarla uğraştığım bir işim var. Vakit geçirmek için gittiğim yerlerin hep aynı olması ve çoğu zaman da da yapmak istediğim ve başladığım ama bitiremediğim bir sürü hobi de cabası.


Kötü olan ise bunlardan sıkılmıyor olmam. Daha da kötüsü bu rutinin bir gün bozulacağından korkmam. Ya bozulursa diye endişelenmekten dolayı günün keyfini bile çıkaramadığım oluyor. Reklamda bahsedilen gibi bir tatil hayalim yok. Dağ tepe safari yapmak ya da dandik bir deniz kıyısında balıkçılarla geyik çevirmek benim hayattan duyduğum zevk değil.


Kızdığım şeylerin başında bu tür abidik gubidik "zevklerin" sanki bir üstünlükmüş gibi lanse edilmesi var. Leyyyn ben niye hayatıma renk katmak ya da fark yaratmak için Orta Afrika steplerine gideyim. Deli miyim ben? Akdeniz'de sahil varken Endonezya'da işim ne? Ama sanki bunlar bir marifetmiş gibi allanıp pullanıyor ya işte buna kıl oluyorum resmen.


Buna benzer kıl olduğum şeylerden biri de yaz tatilleri tercihleri ile ilgili. Valla birkaç yaz tatili tercihim var ama hiçbiri o bol bol reklamı yapılan ve arakadaşlar arasında ballandırılarak anlatılan yaz tatillerini kapsamıyor. Sanki bir tatil köyüne gidip malak gibi yatmak büyük bir haltmış gibi anlatanlara da bilahâre gıcık oluyorum.


Benim için rutin olan güzel. Tatil de olsa eğlence de olsa iş de olsa rutin güzel ve esir olmaktan mutluyum. Salakça reklamlarla insanların kendi hayatlarını değersiz görmelerini sağlamaya çalışmak ve gereksiz bir tüketim eğilimi yaratmayı da lanetliyorum.


Yeni insanlarla tanışmayı onlarla sohbet etmeyi ise rutini bozmak için kâfi görüyorum. Belki ben hayattan istediklerimi aldığım için böyleyim ya da diğerleri hayattan çok şey bekliyor ama sonuç olarak hayatta en önemli şeyin insanın yaradılış gayesini bulması olduğuna göre bu gaye sanırım gerzekçe tüketim zevklerine sahip olmak değil !

3 Haziran 2009 Çarşamba

Türkçe Dünya Dili Olacak ! Demedi Demeyin...


Hani bazı ezikler vardır. Yaşları 50 lerde olan bu ezikler öyle bir mantelite ile yetiştirilmişlerdir ki, en ücra hücrelerine kadar eziklik aşılanmıştır. Bunları duyduğunuzda "bu ülke adam olmaz" ile başlayan ve hükümete, devlete, tarihe, kültüre, milli ve manevi değerlere saydıran bir sürü cümle duyarsınız. Sanırsınız ki; adamın atası Kenya'lı ve yüzyıllardır onun bunun sömürgesi.


Ama ben böyle bir nesilden gelmiyorum. Bireysel olarak hatıladığım 4 ekonomik çöküntü, onlarca uluslararası aşağılanma, 1 tane darbe ve 1 tane de muhtıra oldu bu ülkede. Fakat, birkez olsun bile ne tarihimden ne değerlerimden ne inançlarımdan utandım. İçimde hiç bir zaman geleceğe dair karamsarlık olmadı. Bu toplumun kaderinin her zaman dünyaya yön vermek olduğuna inandım ve hala da inanıyorum.


Zaman ,çok şükür, beni haklı çıkarıyor. Birkaç yıl önce hayal gibi olan şeyler artık o kadar sıradan hale geldi ki; mutlu olmamak elde değil.


Bunun en önemlil göstergelerinden biri, artık sokakta ki vatandaş (tabii bahsettiğim ezik zümreye tabii değilse) dahi benimle aynı şeyi düşünür hale geldi. Eskisi gibi Avrupa'ya gitmek o kadar büyük hayranlık uyandırmıyor hatta adiyattan oldu. Türk malları dünaynın her yerine satılıyor ve herşeye rağmen daha da fazla satılmaya devam ediyor. Ülke insanı kendi tarihi ile ve değerleri ile barışıyor. Çeşitliliğimizi ve fikir ayrılıklarımızı bizi bölmek için kullananlar artık eskisi gibi rahat hareket edemiyorlar. Ve en önemlisi devlet artık büyük bir devlet gibi davranıyor.


Birkaç yıldır takip ettiğim bir organizasyon var. Her yıl daha da büyüyerek devam ediyor. Türkçe Olimpiyatları.... Acayip duygulanıyorum her sene izledikçe. Hangi cemaatin düzenlediği ya da ne tür bir görüşü temsil ettiği ya da gizli bir gündemlerinin olup olmadığı gibi konularla ilgilenmiyorum. Reel olarak bu ülkeye kattığı değer ile ilgileniyorum ve bu değer bence paha biçilmez. Bu değeri ise yıllar sonra meyve verecek tohumlar olarak düşünüyorum. Belki ben ömrümde bu tür yatırımların meyvelerini göremeyeceğim ama en azından tohumlarını gördüm.


Buna da şükür. Ya bende o eziklerden olsaydım...!!!


23 Mayıs 2009 Cumartesi

Keşke Olmasaydı


Bugün Kanal 24'te "Keşke Olmasaydı" adında yarı belgesel bir yapım izledim. Konusu Kafkas kökenlilerin sürgünü ve Anadolu'ya göçleriydi.


Ben de bir çerkez olarak (her ne kadar etnik kimliğe dayalı tanımları kökten red ediyor olsam da bu bir realite) izlerken birkez daha içim yandı. Atatürk'ün bir sözü vardır: "Vatansız kalmayı en iyi çerkezler bilir". Bu söz de belgeselde geçti. Hakikaten bir genocid uygulandı ve 25 yılda 2 milyon insan kıyıma uğradı. Bu sayı o dönme ki kuzey kafkas nüfusunun %95 i di.


Ama beni en çok üzen, kıytırık 3-5 Ermeninin tehcirini genocid diye bağıran zottirik örgütler, kanlı, canlı, kayıtlı bir kıyıma ses seda çıkarmamaktadırlar. Bırakın mallarını mülklerini canlarını dahi kurtaramamış insanlar vardır olaylar sırasında. 12 çerkes dilinden 3 tanesi tamamen yok edilmiştir. Artık dünya da bu dilleri konuşan kimse kalmamasında Rus istilasının payını baş köşeye koymak lazım.


Kendimi hep balkan Türklerine yakın hissetmişimdir çünkü onlar da vatanlarını bırakıp gelmişlerdir. Ne bizi ne de onları tam olarak anlayan, analatan incelemeler yapılmamıştır. Allah'ın belası misak-ı milli politikası yüzünden Türkiye hinterlandlarını resmen terk etmiştir. 1912'de o dönemki sayımlara göre balkanlarda yaşayan Türkler Anadolu'dan fazla iken eziklik içinde ve arkamıza bakmadan geriye çekilmişizdir. Hadi şartlar ve imkanlar elvermedi ama belli bir süre sonra bu insanların tarihini, dillerini ve kültürlerini yaşatmak ve hatta bunları politik araç olarak kullanmak mümkün değil miydi? Kıytırık 8-10 Rum'dan mütevellit cemaat liderinin bile Dünya Ekümenlik iddiası varken koskoca coğrafya sahiplerinin sessiz oturması nedir? Kuzey Kıbrıs'ta Türk ilerleyişi sonucunda Güneye göçen Rumlar bugün topraklarını geri istedikleri için dava açıyorlar. Bizimkiler niye Bulgraistan'dan Yunanistan'dan Makedonya'dan aynı hakları talep edemesinler?


Yaşanılan acılar çok büyüktür. Göç bir insanın hayatında yaşayabileceği en büyük tramvadır. Bunu daha da acı kılan ise, bu unutulmuş ve ezikliktir. Bu kadar büyük bir devlet kültürü olan milletin bu şekilde küçücük alana sıkışması fena halde gururuma dokunuyor.


Keşke olmasaydı demiş belgesel ama madem oldu keşke unutmasaydık !!!

14 Mayıs 2009 Perşembe

Esir Ruh


Tarif edilmesi güç duyguları tanımlayabilecek kelimeleri icat edebilen biri olmak isterdim. Konuşma dilinin ötesine geçebilen ve anlattığı herşeyin anlaşıldığı biri olmak büyük bir ayrıcalık olurdu. Ama o kadar sınırları çizilmiş şekilde kendimi ifade etmeye çalışıyorum ki; düşündüklerimin yarısını hissettiklerimin ise dörtte birini ancak ifade edebiliyorum.


Bu sıkıcı durumdan kurtulmak için ne yapmam gerektiğine dair bir fikrim de yok. Zaten, durumun kendisinden daha vahim olan bu çözümsüzlük. Ruhumu bu bünyeye haspsedilmiş gibi hissediyorum. Derin nefes almak geçici bir rahtlık verse de içimdekilerin dışarıya çıkamıyor olması tamamen bir rahatsızlık.
Paylaşmak istediklerim ya da ifadesinde güçlük çektiklerim sorunlarım değil. Mutsuzluklarım ya da hırslarım da değil. Serzenişim ise "beni kimse dinlemiyor" gibi bir trip için de değil. İçimdeki güzellikleri, bana huzur veren şeyleri, sorunlara bulduğum çözümleri paylaşmak istiyorum. Etrafımdaki insanların beyhude yere kısacık ömürlerini zindanlar içinde yaşamalarına üzülüyorum.
Belki diyorum bir nebze olsa esir ruhumdan onlara serpiştirebilir miyim?

5 Mayıs 2009 Salı

Buram Buram Anadolu-Sivas



Yeni işim yüzünden mi desem vesilesi ile mi desem bir seyahat yoğunluğu yaşıyorum. Daha önce Anadolu ile ilgili herhangi bir tecrübesi olmayan BEN 2 haftada 5 şehir dolaşınca dumur olmuş haldeyim. Benim için Anadolu kavramı Ankara'ya kadar olan toprak parçası iken şimdi birçok şehir görmüş oldum.

Gelelim gördüklerimin bende bıraktığı izlenimlere...

Türkiye'nin o bahsedilen doğu-batı farkı kendini daha Sivas'ta hissettiriyor. Şehirin viraneliği ve geri kalmışlığını görünce cidden ağlayacaktım. 10 yıl kadar öncede kısa süreliğine uğramıştım oraya ama 10 yıl sonra uğrayıp herşeyin aynı olduğunu ve gelişmediğini görmek trajik bir tecrübe oldu. Daha kötüsü ise insanların bu "iyi hali" demesiydi :S


Şehir sözde 5 sene içinde bir gelişim kaydetmişti. Ama ben farkedemedim herhalde. Gerçi şehirde herkes o kadar futbola odaklanmış ki tek konuşulan konu Sivas spor ve onun şampiyonluk hayalleri. En azından iyi olan birşey var :)

Şehirde beni ilgilendiren en önemli şey olan ekonomik aktivite ise canlı değil. Sanayi neredeyse hiç yok. Sivas'tan çıkan ve Türkiye çapında ünlü olan herhangi bir sanayi kolu da olmaması sanırım neden Sivas'ın çok göç verdiğini açıklıyor. En önemli ekonomik hareketlilik kaynağı ise Cumhuriyet Üniversitesi. Gelen öğrenciler şehre hareketlilik kattığı gibi önemli bir ekonomik girdi sağlıyorum. Üniversite olmasa sanırım bir kasaba olurdu Sivas.

Şehirin herhangi bir güzelliğinden bahsetmek istiyorum ama bulamıyorum maalesef. Manzara bile İnsanı sıkna çorak dağlardan ibaret. Herhangi bir yeşillik göze çarpmıyor. Dağ taş o kadar. Sadece dünyaca ünlü Sivas kaplıcaları var ama orayı ziyaret edecek fırsatım olmadı. Sadece bahsi geçti muhabbet arasında.

Bir daha ki sefere K.Maraş'ı anlatıcam ama ne zaman yazabilirim Allah bilir...

21 Nisan 2009 Salı

Günlerden İlk gün


Yeni işimin ilk günü dün olmasına rağmen vakit bulamadığımdan bugün izlenimleri aktarayım dedim.

Nefret ettiğim şeyler listesine iş yerlerinde ilk gün sendromunu da ekliyorum. Zira, keko gibi gidip hiçbişi yapmadan mesai saatini doldurmaya çalışma iğrenç birşey. Gün bitmiyor resmen. Daha da kötüsü siz yeni olduğunuz için herkesle tanıştırılıyorsunuz ve herkes sizin adınızı öğreniyor fakat siz aynı gün X kişi ile tanışınca hiçbirinin adını aklınızda tutamıyor ya da çok azının adını öğrenebiliyorsunuz. Bu kişilerden bazıları da Alaman olunca hiç adlarını öğrenemedikleriniz bile oluyor :D

Diğer iğrenç şey ise hiçkimse hakkında birşey bilmediğinizden ofis içi dengeler açısından durumunuzun ne olduğunu da bilemiyorsunuz. Kimle nasıl konuşulur, kime ne denir ya da denmez, kim dedikoducudur, kim iş güzardır, kim denyodur hiçbirini bilmiyorsun. Bunu öğrenene kadar öyle kendi köşemde milleti gözlüyorum. Herkesin tarzını, iş için önemini, kapasitesini ve zaaflarını öğrenene kadar kendimle ilgili en az ipucunu vererek bu süreci tamamlamayı umuyorum.

Çok sık iş değiştiren biri olmamakla beraber yine de burasının kariyerimde son durak olmasını umuyorum. Burada gelenibilecek son noktaya gelmek, beklentim olan hayat standardına kavuşarak bir sistem dahilinde emekliliğe kadar devam etmek istiyorum. Zira, artık büyüyüp gelişecek yaşı geçip artık tecrübeli ve olgun bir profesyonel olma yaşına doğru ilerliyorum. Bunun bilincinde olarak ofis içindeki pozisyonumu netleştirmeli ve duruşumun saygı kazanmasına uğraşmalıyım.

Hiçbir zaman iş ortamlarını piknik ortamı olarak değerlendirmemişimdir. Eğlenmeye değil savaşmaya gidiyormuşum gibi hissederim. Profesyonel hayatta herşey büyük bir savaştır ve askeri çok olanın değil stratejisi ve savaşma isteği olanın kazanacağına inanırım. Zeka, eğitim ve çevre/bağlantıların ise silahlarındır. Nasıl kullanacağın bu savaşta sonucu belirler.

Hadi bakalım...Gazam mübarek ola !

19 Nisan 2009 Pazar

Yoksa Siz Hala Kapitalistleştiremediklerimizdensiniz?


Şahsım itibari ile ultra liberal hatta anarşist bile sayılabilecek biriyim. Pek kural, devlet, hiyerarşi falan filan gibi kavramlara karşı bir sempati duymam. İnsan olmanın minimum ortak payda olması haricinde diğer her farklılığın da bir renk olduğuna inanırım. Bununla beraber liberallikle nerdeyse özdeşleştirilen kapitalizme ve onun her türlü değerine de karşıyım.


Bununla beraber alem o kadar kapitalist olmuş ki artık nereye elimi atsam sistemin ucuna köşesine kıyısına değiyorum. Ben bile kapitalizme esir olmuşsam el alem ne yapsın.


Eğer ki;


*** Bir banka da hesabınız var ya da herhangi bir kredi kartı/debit kart gibi zama zingo kullanıyorsanız,


*** Sturbucks'tan kapiçino içmeden, McDonalds'tan hamburger yemeden, dolabınızdan Coca Cola'yı eksik etmeden duramıyorsanız,


*** Sürekli olarak takip ettiğiniz giyim markaları varsa ve ihtiyaç duymadığınız halde giysi alıyorsanız,


*** Ivır kıvır kozmetik ürünlerine bütçeniz %20 sini harcıyorsanız,


*** Ipod'unuz varsa ve onsuz dışarı çıkmıyorsanız,


*** Cep telefonu olmadan "nasıl yaşarım?" diyorsanız,


*** Haftada en az 1 kere dışarı eğlenmeye çıkıyorsanız,


*** Tatillerini ailenizle geçirmek yerine tatil köylerine gitmek için iple çekiyoryasanız,


*** Okuduğunuz kitapları sadece çok satanlar listesinden seçiyorsanız,


*** Yaptığınız işi iyi yapmak ve katma değer üretmek için değilde sadece para kazanmak için yapıyorsanız,


*** Daha çok tükemetediğiniz ve sahip olamadığınız materyaller sizi mutsuz ediyorsa,


*** "Küresel ısınma beni ilgilendirmez" diyorsanız,


*** En az 3 holivud yıldızının adını soyadını biliyorsanız,


size iyi haberim var. Evet siz kapitalistleştiremediklerimizden değilsiniz.!!!!


Aferin size !

12 Nisan 2009 Pazar

Seneyi Devriye Özel Karşılaşması- Bahar Alerjisi:2-Ben:0


Bu blogu açalı tam tamına 1yıl ve 4 gün olmuş. Seneyi devriyesini kutluyorum yani. Fakat tam olarak günü gününe seneyi devriye yazısı yazamadım zira böyle bir çetele tutma eğilimim yoktu. Taa ki; baharın gelmesiyle kuşların cıvıldamaya ve çiçeçeklerin açmaya başlaması ile yatağa düşene kadar. Sonra hatırladım...Ben geçen sene de aynı zamanlarda yıllık olağan alerjik problemlerimle yüzleşme sezonunu açmıştım.


Her zamanki gibi birkaç günü yatakta geçirdikten sonra kendime geldim. Geçen senenin anısını da yâd etmek istedim.

Valla bu kadar uzun bir sürenin aynı oranda da hızlı geçmesi beni biraz hüzünlendirdi açıkçası. Bugün paso slow şarkı ağırlıklı takıldım. Bir önceki sene ile bu sene arasında tek fark saçlarımda artan beyaz sayısı ki; sadece 28 yaşındayım :S Rutine müptelayım.

Neyse, negatif yazı yazmamaya kararlıyım. Ne de olsa bahar geldi ve alerjim de geçti. Bir daha ki bahara kadar hasta olmam ani bir klima sendromu yaşamadığım sürece çok muhtemel değil :) Kötü olan hiçbirşey yok şu an. Sadece eksik olan şeyler var. Bakalım tamamlamam mümkün olacak mı yıl ???

6 Nisan 2009 Pazartesi

Obama !! N1aber Lan?




Şimdi bu a be de'nin başkanı olan çikolata renkli şahs-ı şahane, İstanbul'a teşrif edeceklermiş.

Kendisine "n'ber Lan?" ya da onun anlayacağı şekilde "what's up dude?" demek istiyorum. Zira, A be de, hegemonyasının devamına yönelik derin devlet operasyonu olarak gördüğüm bu şahsın gelmesi nedeniyle İstanbul'un yaşayacağı ızdırap şu saat itibari ile başladı.
Şahsen, hiçbir karizmasını olmadığını düşündüğüm ezik bir karakterin buraya gelmesi nedeniyle trafiğin kitlenmesi beni sinir ettiği kadar rencide de etti. El alemin devlet başkanı gelipte burada bu şekilde karşılanması sanki ülkemde büyük bir güvenlik sorunu varmış izlenimini yaratıyor. Halbu ki, hangi yabancı devlet adamına burada süikast düzenlenmiş ki???

Ayrıca, sanki Hz. İsa gökten tekrar dünyaya inmiş gibi neredeyse tüm kanallar olaya canlı bağlantı yaptı. vay anasını sayın seyirciler......!

Şiddetle ve esefle kınıyorum, bu ezik milletlere yakışan davranışı. Tayyip'e de 1 minüt diyorum. Pes doğrusu....

25 Mart 2009 Çarşamba

Adı Umut Olsun !


Bazen, hayatınızda sıkı dönüşler yapmanız gerekir. Bu tür dönüşler ya da dönüşümler bir tür rejenerasyondur aslında. Kendini yenilersin. Hayata bakışını revize edersin ve yaşamak için yeni nedenlerin olur.

Benim bu tür dönüşlerim ve değişimlerin hayatım boyunca çok ani olmuştur. Yine böyle dönüş yaşıyorum. İşimi değiştiriyorum.....Ve sadece birkaç saatte aldığım bir karar neticesinde.


Büyük bir ekonomik durgunluk yaşanıyor şu anda. Ama ben her daim işimle ve rızkımla ilgili olarak rahat bir insan olmuşumdur. Bu belki büyük maddi hırslarımın olmamasından belki de zaten oldukça dip ekonomik seviyeleri ailecek test etmiş olmamdan kaynaklanıyor. Aç kalmaktan da korkmuyorum zira, hep dediğim gibi en kötü durumda gider Sultanahmet'te tur rehberliği yaparım ama ekmeğimi çıkartırım. Sanırım çok büyük ekonomik sıkıntılar yaşamış bir aileden gelmenin iyi yanı bu olsa gerek :) Zor durumlara karşı bağışıklığım var...


Bunula beraber, hayallerim de var tabii ki. Mesela, işimle ilgili saygın bir otorite olabilmek en büyük hayalim. Bir gün, benim alanımla ilgili bir konuda CNBC-e de yorum almak için davet edilen kişilerden biri olmak istiyorum. Ya da, küresel firmalarda yönetici olan ve Platine, Bussiness Week'e kapak olanlardan biri olmak hiç fena olmazdı.

Bu yüzden, standard yurdum insanlarından farklı olarak uzun vadeli planları olan biri oldum. Bu planlara hizmet edecek bir ortam buldum mu da hemen değerlendiriyorum. İşte, bu iş değişikliği de hem de böyle bir ekonomik ortamda o zıplama fırsatlarından birini bana sundu.

Tam olarak istediğim şartlar demek doğru olmayabilir. Maaş olarak bir sıkıntım olmayacak ama pozisyon biraz muallak. Hiç olmayan bir departmanı kurmam gerekecek ve benim bütün iş hayatım olmayan departmanları kurmakla geçti. Artık bundan sıkılmaya başlıyorum. Bunu tek farkı, eğer başarılı olursam o hayalini kurduğum küresel firmada yükselme şansını yakalayacak olmam. Swot analizini yaptığımda büyük riskler aldığımı düşünmüyorum bu işi kabul ederken.

Sadece çekindiğim nokta acaba çok mu hızlı bu kararı aldım? Ama, konu beni direkt ilgilendiren şeyler olunca, zaten anında karar alan ve uygulayan biri olarak şimdiye kadar kararlarımdan hiç pişman olmadım. Allah'ta utandırmadı çok şükür ki. Zaten, içimde ki hislerden 6.sı da olumlu şeyler söylüyor bu işle ilgili olarak :)

Ayrıca, bir süredir Kariyer.net'te özgeçmişi aktif olan biri olarak, Kariyer.net'in tırt bir site olduğunu ve oradan sadece düşük profilli işler bulunabileceğine dair inancım bu süreçte pekişti. Zira, bir kez daha ben işi değil iş beni buldu.

Artık, inanıyorum ki, birşeyi ne kadar az dert eder ve kafaya takarsam o kadar çok nimet gelip beni buluyor. Herkesin işini kayıp etmekten ürktüğü, birçok kişinin işsiz dolaştığı ortamda hiç rızkımdan endişelenmemin ve işleri oluruna bırakmanın mükâfatı olarak bu durum oluştu sanırım.

İnanıyorum ki; Allah bu seferde beni utandırmaz, zira bana sadece ondan yardım var ve ondan başkasının yardımına da hiç ihtiyacım yok.

Bu sürece ve içimdeki heyecana bir ad koyasım geldi. Bu güzel heyecanın adı UMUT olsun :)








15 Mart 2009 Pazar

Sabahın Köründe Açık Olan Bayan Kuaförü



Benim her sabah işe gittiğim güzergâhta bir adet bayan kuaförü bulunmakta. İşe gitme saatimde sabah halen kör olduğundan, bu kuaförün kapalı olması gerekmekteydi. Yani en azından benim algılamam o yönde :)

Ama kısa bir süre önce farkettim ki, bu kuaför açık. İlk gördüğümde dedim ki; "herhalde ekstrem bir durum yüzünden açıktır." Ama ertesi sabah ve daha ertesi sabahta aynı kuaförün açık olduğu dikkatimi çekti. Bugün, (her ne kadar sapıkça bir davranış olarak algılanacaksa da), merak ettim ve içeriye baktım. Bütün koltukları tamamen bayan müşterilerle dolu :S

Sabahın 7.30'un da full çeken bir kuaför. İnanamıyorum !! Bazı sorularım var durumla ilgili.

*** Bir insanın sabahın köründe kuaföre gitmiş olması için saat kaçta kalkması gerekir?
*** Bir insanın o saatte kuaför gitmesini ne gerektirmiş olabilir?
*** Bir kuaför o saatte birilerinin kuaföre ihtiyacı olacağını nasıl farketmiş olabilir?
*** Bir insanın sabah uykusundan daha fazla değer verdiği birşeyi nasıl olabilir?
*** Acaba ben bunları merak ettiğim için nasıl bir insanım? Kafayı mı yedim? Bana ne???

Şoktayım hala :P

12 Mart 2009 Perşembe

Mimlenmiş !! Duyda İnanma ?!



Ben ki, bu blog aleminin gediklisi sayılırım bunca zamandır mimlenmemiştim. Hatta milletin mimini okurken mimlenmediğime hayıflandığımda olmuştu. İtiraf ediyorum :P


Ama asıl bu mim konusunda benim ilgimi çeken şey, ilk mim olayını kimin bulduğu. Çok yaratıcı bir olay bence :) Hatta son dönemlerde, geyikte sınır tanımayan mimlere rastlıyorum ki, okurken çok eğleniyorum.


En iyi mim cevapçıları ise;






Mansiyon ödülünü de prenseslerin prensesi üfürükten prensese veriyorum.



Velhasıl-ı kelâm, bizim de mimimiz oldu ve cevap vereceğiz adet üzere :)


1-Paraşütle atlamaya karar verdiniz ve ilk atlayışınızı yapmaya hazırlanıyorsunuz. Yerde sıranızı beklerken yukardan atlayanları seyrediyordunuz... Aklınızdan neler geçiyor ? AKLIMDAN BİRŞEY GEÇECEĞİNİ SANMIYORUM. AKLIM OLSA O SIRADA HİÇ OLMAZDIM.


2-Sıranız geldi ve uçak üç bin metreye yükselirken siz de kendinizi hazırlıyorsunuz. Arkanıza hiç bakmadan önünüzde açılan kapıya geliyor ve kendinizi aşağıya bırakıyorsunuz. Aşağıya atlarken ne diye bağırıyorsunuz? FİLMLERDE KAWABANGAAAAAAAAAAAAA! DİYE BAĞIRIRLAR. BENDE ÖZENTİ BİRİ OLDUĞUM İÇİN ANLAMINI BİLMESEMDE ÖYLE BAĞIRIRDIM SANIRIM :p YA DA GERÇEKÇİ OLAYIM, KELİME-İ ŞEHADET GETİRİRDİM YÜKSEK SESLE :)


3)Güvenli bir biçimde yere indiniz. Paraşütünüzü toplarken bir eğitmen size doğru geliyor ve birşeyler söylüyor. Eğitmen ne söylüyor? - BEN VARYA SANA O PARAŞÜTÜ VERENİN ... ! SENİN GİBİLER YÜZÜNDEN BU SPOR GELİŞMİYOR.

8 Mart 2009 Pazar

Trafik Canavarı Aday Adayı (2)


Efendim, şurada değindiğim yeni kariyerim olan trafik canavarlığı konusunda aday adaylığı mertebesinden adaylık mertebesine yükselmiş durumdayım.

Aldığım 8 saatlik dersin ardından bir süredir salladığım araba kiralama planını yerine getirerek bu haftasonunu İstanbul trafiğinde geçirdim. Çok şükür kazanın ve belanın uzak olduğu birkaç gün oldu. İlk gün arabayı otoparktan bile çıkartamadığımı düşünürsek pazar akşam arabayı teslim edeceğim saatteki durumum büyük bir ilerlemenin işareti olsa gerek :)

Peki, bu haftasonu neler öğrendim? Maddeler halinde yazacak olursam;

1- İstanbul'a 7 tepeli şehir demişler ya nedenini öğrendim. Her yeri yokuş. Anam 7 değil 117 tepe var burda. Araba kullanmazken farketmediğim sokakların bile rampa olduğunu gördüm. İnanılmaz bir olaydı. Acemilere resmen düşman bu şehir :)

2- Türk insanının medeniyet denilen kavramdan anladığı hiçbir halt yok. Çok saygısızca ve dikkatsizce araba kullandıkları yetmiyormuş gibi kurallara da uymuyorlar. Adamın biri sahil yolunda 2 şeritli yere arabasını park edip kapıyı açabiliyor mesela. Hadi denyosun, medeniyetsizsin ama canının kıymetini de mi bilmiyorsun be adam!

3- Kornayı icat edenin sülalesine en içten duygularımla selamlarımı iletmem gerektiğini öğrendim. Her halta korna çalan bir güruh var trafikte. Ders alırken korna yediğim çok oldu ama sürerken hiç yemedim. Kimseye de korna çalmadım. Nefret ediyorum. Yalnız, yurdum insanı o kadar terbiyesizki, en ufak şeyde önündekine korna çalıp hem gürültü kirliliğine sebep oluyorlar hem de stres yaratıyorlar.

4- Araba sürmek yağmurlu havalarda ve yoğun saatlerde bir ızdırap resmen. Sol ayaım debraaja basmaktan felç olacak sandım. Araba alınca otomatik almaya karar verdim :)

5- Ama en önemli kararım asla ve asla araba alma çünkü park yeri bulamazsın. Kendime ait bir villam falan olursa o zaman düşünürüm. Günün yarısını park yeri arayarak geçirmekten baygınlık geldi resmen.

Sonuçta, artık bende araba sürebiliyorum ve kafamda uzun zamandır yer eden bu konuyu ortadan kaldırmış olmanın huzur ile sol ayağımın normale dönmesini bekliyorum :)

5 Mart 2009 Perşembe

Milletçe Şansımıza Güveniyoruz Vesselam !



Bugünlerde, süper toto mudur loto mudur nedir, bir şans oyunu çılgınlığı var. Dün akşam beni şok eden görüntülere şahit oldum. Yolumun üstündeki tüm bayilerde inanılmaz kuyruklar oluşmuştu. Aslına bakarsam, ben kuyruklara alışkınım. Fatura ödeme kuyrukları, hastane kuyrukları, banka kuyrukları, askerlik şubesi kuyrukları, vergi dairesi kuyrukları ve tabii ki ramazan pidesi kuyrukları gibi envâi çeşit kuruğun müdavimi olmuşumdur. Ama bu başka birşeydi.

Astronomik rakama vurduğu söylenen ödül, insanların adeta gözünü döndürmüş olacak ki; bu uzunluktaki kuyrukları inşaâ etmek gereği duymuşlar. Tabii, benim bu durumun mantığını anlamam zor, zira hayatında herhangi bir şans oyunu oynamamış biri olarak o tür bir kuyruğa girmenin nasıl bir ruh hali gerektirdiğine dair en ufak bir fikrim yok. Sadece tahmin yüretebilirim ve tahminim de umutsuzluk ağırlıklı bir ruh halinden yana olurdu.

Bu tür şans oyunlarının hem de devlet eliyle özendirilmesi ise başlı başına bir fiyasko ve yönetim hatası. Toplumları havuç peşinde tavşanmış gibi algılayarak yönetme gayretinde öte birşey değil.

En güzel sözü yine atalarımız söylemiş: Haydan gelen huya gider. ;)

4 Mart 2009 Çarşamba

Küstüm


Kırgınım bugünlerde. Beni kıran şeylerin hayatın bu kadar ayrılmaz parçası olması ise beni dehşete düşürüyor. Sanki, ben bir dünyadayım geri kalan insanlar başka bir dünyada. Derd-i maişet, tek sorun. Derd-i maişet bittimi, daha çok tüketmek için kavga başlıyor. Daha çok tüketmenin de sınırı yok. Sadece para kazanmaya odaklı bir hayat sürüyorsun. Homo Economicus mu ne diyorlardı buna.

Ama ben insanım ki. Daha çok tüketmek için yaşamamam lazım. Başka zevklerimde olmalı. Başka beklentilerim de...En önemlisi dünya ya gönderiliş gayem bambaşka olmalı. Dünyaya gönderiliş gayemi bulmaya çalışırken hayatımı sadece daha çok kazanmaya ve tüketmeye adamak beni sadece boşluğa süreklemez mi?

Evet, sürükler. Nerden mi biliyorum? Çünkü denedim de oradan biliyorum.

Aşağılık gördüğüm birşey için yani para kazanmak için dertlenmek hiç bana göre olmadı olamıyorda. Ama bunu aşağılık görmemi kimse anlamıyor. Anlayamıyor ya da...

Anlayamayanlara küstüm. Beni böyle hissettirdikleri için de kırıldım.