28 Haziran 2009 Pazar

Pazartesi Sendromu




Neden pazartesilerinden nefret ediyorum diye düşünüyorum bir süredir. Sonra salakça bir soru olduğunu farkedip düşünmeyi durduruyorum taa ki bir sonraki pazartesiye kadar. Pazartesileri iş yerimdeki halimi yukarıda görmek mümkün.

Ben kendimi bildim bileli pazartesilerden nefret ederim. önceleri okula gitmekten nefret ettirirdi pazartesileri sonra yurda dönüş günü olduğu için ayrı bir nefret uyandırdı içimde bu mel-un gün. Dönem lise dönemiydi...

Sonra üniversite oldu. Vize, quiz, final vb mecburi durumlar hariç hiç bir pazartesi okula gitmedim. Hep haftanın ilk günü salıydı benim için. Ama salı hiç bir "salı sendromu" diye birşey hissetmezdim.

Ve iş hayatı başladı. Geçmiş tüm pazartesilerden daha rezil olan pazartesilerin ardı arkası kesilmez oldu. En güzel pazartesiler hep tatil olanlarıydı zaten.

Neden pazartesilerinden nefret ediyorum? Çünkü ben doğuştan tembel biriyim. Çalışmak benim bünyemem uygun değil. Hele rutin ve mecburiyetten yapmam gereken şeyler olursa (işe gitmek gibi) daha çok alerji oluyorum. Bir gün belki sadece canım istediği için çalışmam mümkün olacak. İşte o zaman hiçbir pazartesi işe gitmeyeceğim.


Demedi deme !!

27 Haziran 2009 Cumartesi

Buram Buram Anadolu- Adıyaman


Genel itibari ile bir şeyleri seri halinde yazmayı seviyorum sanırım. Benim gibi beyaz türk aday adayı olan biri olarak Anadolu ile ilgili yazı yazmak ise tam bir ironi olsa gerek. Daha önce yazdığım Sivas yazısına müteakip Adıyaman ile devam ediyorum.


Normalde Anadolu şehirleri denince benim sadece Ankara aklıma gelir. Türkiye'nin en büyük köyüdür Ankara ama yeni işim dolayısıyla artık aklıma geldiğinde bile acayip gelen yerlere gitme durumum oluyor. Adıyaman'da o yerlerden biri. İlginç bir yer demek isterdim Adıyaman için ama maalesef değil. İlginç olan tek şey nereye kafanızı çevirseniz gördüğünüz bozkır. Bir şehir bu kadar mı kuru olur? Sivas'ta bile bir iki nehir dere neyim vardı. Burada hiç bir şey yok.


Halkı ile ilgili çok birşey söylemem mümkün değil ama sanırım iyi insanlar. Tam bir doğu şehri değil ama gelişmemiş olduğundan bir kayseri ya da Antep te değil. Arada kalmış. Ama zaten su olmayan birşehrin gelişmesi mümkün de değil.


Şehirin bir ucundan diğerine bisikletle bile gidilir. Havaalanı ise Bakırköy otobüs durağı kadar. Bir insanın Adıyaman'da yaşaması için sanırım Adıyaman'lı olması gerekir. Zira başka bir neden göremiyorum. Feodal bir tarım şehri. Neredeyse hiç sanayi yok ya da küçük atölye ebatında organizasyonlar.


Şehrin hiçbir büyük şehirle doğru düzgün ulaşım bağlantısı yok. Urfa ve Antep en yakınları ama yolları o kadar kötü ki yolculuk esnasında midem bulandı.


Umarım birgün Adıyaman'ın güzelliklerini de anlatacak yazı yazabilirim ama şu an güzel birşey aklıma gelmiyor. Tabii en ünlü yeri olan Nemrut'a çıkmak fırsatı bulabilsem belki herşey farklı olacaktı. Zira, ciddi bir turistik merkez olmuş Nemrut ve özellikle iç turizm için gelenleri rahatlıkla görebilirsiniz. Belki bu tür tursitik aktivite olması dolayısıyla şehir halkının bakış açısı mesela bir Malatya'ya göre biraz daha ılıman geldi bana. Giysilere dahi yansıyan bir fark bu.


Ama ne olursa olsun Adıyaman yalnızca Adıyaman....

14 Haziran 2009 Pazar

Ölüm Üzerine Mütalaa


Benim zaman zaman etrafımdaki herkesten acayip derece farklı olduğumu hissettiren fikirlerim vardır. Ne zaman bunlardan herhangi birini aynı sosyal ortamı paylaştığım bir insanla konuşsam acayip tepkiler alıyorum. Benim için gayet normal bir düşünce yapısının ürünü olan fikirler etrafımdaki insanlar için oldukça marjinal karşılanıyorlar. Zaten, artık bunları paylaşacak çokta insan etrafımda bulundurmuyorum. Sırf bu garip tepkileri almamak için...

Ölüm konusu da bu tür bir konu. Hayat benim için çok basit olay. Doğarsın, büyürsün, ölürsün. Hayat, yaratılış yolculuğunun bir durağı sadece. Yorucu, üzücü, sıkıntılı herşey aslında yolculuğun tamamını düşündüğünde çok kısa fasılalar. Tabii, bunu anlamak için farklı bir açıdan hayata bakmak gerekiyor. Öğretilen ve dikte edilen herşeyden zihnini arındırmak lazım. Ben bunu henüz tam olarak başaramasamda bir miktar mesafe kaydettiğime inanıyorum. Nasıl, hayata gelen biri için büyük bir şenlik düzenlemek ve sevinmek yersizse, ölen ve hayatı terkeden biri içinde kendini paralamak ve hırpalamak bir o kadar yersiz. Ne hayata gelmek, ne yaşadığın hayat ne de ölmek bizim kontrolümüzde olan süreçler değil.

Tabii, insan olmanın bir yan etkisi olarak ölen biri ile beraber sizinde bir parçanız ölüyor. Ne kadar da determinist biri olsanız da üzülmemezlik edemiyorsunuz ama bahsettiğim düşünce tarzı ile acıya karşı direnciniz artıyor. Birçokları için soğuk bir düşünce olan bu tarz aslında hayatı yaşanır kılan çok basit bir yaklaşım. Bence, mücize olan zaten hayatta kalmak ve yaşamaya devam edebilmek. Hergün uykudan uyanmak ve güne başlamak bile bir mucize iken ölümü sanki marjinal ve süpriz bir olay gibi karşılamak nedendir anlayamıyorum?

Eskiler, aile fertlerinin mezarlarını evlerinin bahçelerine veya çok yakınlarına yaparlarmış. Hayatla ölüm arası mesafeyi kısa tutmak diye ben buna derim. Biz ise ölümü hayatımızdan ve gündemimizden çıkardık ya da çıkarttırdılar.

Halbuki; binlerce insan hergün evlerinde saçma sapan işgaller, savaşlar veya deneyler yüzünden ölüyor. Ama biz bir kişinin ölümünü trajedi olarak nitelerken binlerin ölümünü istatistik olarak değerlendiriyoruz. Bir yakınını kayıp eden insan bir ömür bunun ağırlığını hayatında hissederken binlerin ölümüne duyarsızlaşmak nasıl bir psikolojik çarpıklığın yan ürünüdür?

Aslında ölüm insana verilmiş en büyük lütuflardan biri. Hani Yaradan diyor ya "Hayır bildiklerinizde şer, şer bildiklerinizde hayır vardır" diye. Ölüm bence bizim şer bildiğimiz hayırlardan biri. Çoğu zaman düşünüyorum da bu kadar çirkefin, adaletsizliğin, ahlâksızlığın olduğu ortamda inadına hayatta kalan milyarlar için ölümden daha güzel bir mükâfaat olabilir mi? Birgün öleceğini bilmese o milyarlar, dünyada ki kaos ne ölçüde olurdu?

Birgün öleceğini bilmesen hayat ne kadarda sıkıcı olurdu? Ya da ne zaman öleceğini bilsen ne kadar acınası bir hayat olurdu? Ölümü bu kadar gözümüze kötü gösteren şey acaba ölümün kendisi mi yoksa bizim hayatı ve yaşamı algılayış biçimimiz mi? Bunu bir düşünmek lazım kanımca.

9 Haziran 2009 Salı

Bir Zavallının Kendi İle İmtihanı


Hayatımın yarısı kendi kendimi eleştirmekle geçiyor. Diğer yarısının ise nasıl geçtiğini anlamıyorum bile. Anlayabildiğim yarısı, yani kendi kendimi eleştirdiğim kısımda hep dönüp dolaşıp aynı yere geliyorum. Ben bir türlü bir işte veya uğraşta "en iyi" olamıyorum. Yaptığım birçok şeyde oldukça iyiyim ama hiç birşey de en iyi değilim maalesef. Bazı şeylerde ise çok kötüyüm ki bu da cabası :( Elimi neye atsam bir yetersizlik hissi ruhumu sarıyor.

Hani çeşitli kereler Allah'ın seçilmiş kulu olduğumu ima eden şeyler demiştim ya, bu benim herhalde imtihandan geçirilmediğim anlamına gelmiyordur. Benim imtihanım en büyük imtihan. Kendimle imtihan...Sürekli en büyük düşmanını yanında taşımak nasıl bir duygudur "ben" olmadan anlaşılmaz diye düşünüyorum. Sürekli bu bedene hapsedilmişlik, bir yetersizlik, bir daralmışlık hissi...

Öyle ki; ıssız bir adaya düşsem yanıma alacağım 3 şey sanırım: korkularım, endişelerim, takıntılarım olurdu. Zira, onlarsız bir hayat düşünemiyorum.

Ama artık onlarsız bir hayatım olsun istiyorum. Herşeyi düşünmek, planlamak, uygulamaya çalışmak ve sürekli mücadele etmek benim bünyeme uygun değil. Biraz da işler oluruna varsın diyorum. Gerçi ben ne yaparsam yapayım hep oluruna varıyor ama ben stresimi yanıma kâr bırakıyorum.

Bir ara demiştim ya "beynimin turn off düğmesi olsa" diye. Aynen o moddayım bu aralar.

7 Haziran 2009 Pazar

Rutine Esir Olmak


Geçenlerde bir bankanın tatil kredisi ile ilgili reklamını gördüm. Birkaç versiyonu olan bu reklamda bahsedilen bir hayat vardı. İşten eve-evden işe bir hayattı bu. Sonunda da "sizin hayatta bıraktığınız iz bu kadar" diye bir grafik çizip ev ile iş arasını işaretliyorlardı.


Bu reklamın hedef kitlesinde olduğumu düşünüyorum. Aynı orada betimlenen gibi bir hayatım var. Hergün aynı yerde olan bir kitabım, sürekli olarak aynı sorunlarla uğraştığım bir işim var. Vakit geçirmek için gittiğim yerlerin hep aynı olması ve çoğu zaman da da yapmak istediğim ve başladığım ama bitiremediğim bir sürü hobi de cabası.


Kötü olan ise bunlardan sıkılmıyor olmam. Daha da kötüsü bu rutinin bir gün bozulacağından korkmam. Ya bozulursa diye endişelenmekten dolayı günün keyfini bile çıkaramadığım oluyor. Reklamda bahsedilen gibi bir tatil hayalim yok. Dağ tepe safari yapmak ya da dandik bir deniz kıyısında balıkçılarla geyik çevirmek benim hayattan duyduğum zevk değil.


Kızdığım şeylerin başında bu tür abidik gubidik "zevklerin" sanki bir üstünlükmüş gibi lanse edilmesi var. Leyyyn ben niye hayatıma renk katmak ya da fark yaratmak için Orta Afrika steplerine gideyim. Deli miyim ben? Akdeniz'de sahil varken Endonezya'da işim ne? Ama sanki bunlar bir marifetmiş gibi allanıp pullanıyor ya işte buna kıl oluyorum resmen.


Buna benzer kıl olduğum şeylerden biri de yaz tatilleri tercihleri ile ilgili. Valla birkaç yaz tatili tercihim var ama hiçbiri o bol bol reklamı yapılan ve arakadaşlar arasında ballandırılarak anlatılan yaz tatillerini kapsamıyor. Sanki bir tatil köyüne gidip malak gibi yatmak büyük bir haltmış gibi anlatanlara da bilahâre gıcık oluyorum.


Benim için rutin olan güzel. Tatil de olsa eğlence de olsa iş de olsa rutin güzel ve esir olmaktan mutluyum. Salakça reklamlarla insanların kendi hayatlarını değersiz görmelerini sağlamaya çalışmak ve gereksiz bir tüketim eğilimi yaratmayı da lanetliyorum.


Yeni insanlarla tanışmayı onlarla sohbet etmeyi ise rutini bozmak için kâfi görüyorum. Belki ben hayattan istediklerimi aldığım için böyleyim ya da diğerleri hayattan çok şey bekliyor ama sonuç olarak hayatta en önemli şeyin insanın yaradılış gayesini bulması olduğuna göre bu gaye sanırım gerzekçe tüketim zevklerine sahip olmak değil !

3 Haziran 2009 Çarşamba

Türkçe Dünya Dili Olacak ! Demedi Demeyin...


Hani bazı ezikler vardır. Yaşları 50 lerde olan bu ezikler öyle bir mantelite ile yetiştirilmişlerdir ki, en ücra hücrelerine kadar eziklik aşılanmıştır. Bunları duyduğunuzda "bu ülke adam olmaz" ile başlayan ve hükümete, devlete, tarihe, kültüre, milli ve manevi değerlere saydıran bir sürü cümle duyarsınız. Sanırsınız ki; adamın atası Kenya'lı ve yüzyıllardır onun bunun sömürgesi.


Ama ben böyle bir nesilden gelmiyorum. Bireysel olarak hatıladığım 4 ekonomik çöküntü, onlarca uluslararası aşağılanma, 1 tane darbe ve 1 tane de muhtıra oldu bu ülkede. Fakat, birkez olsun bile ne tarihimden ne değerlerimden ne inançlarımdan utandım. İçimde hiç bir zaman geleceğe dair karamsarlık olmadı. Bu toplumun kaderinin her zaman dünyaya yön vermek olduğuna inandım ve hala da inanıyorum.


Zaman ,çok şükür, beni haklı çıkarıyor. Birkaç yıl önce hayal gibi olan şeyler artık o kadar sıradan hale geldi ki; mutlu olmamak elde değil.


Bunun en önemlil göstergelerinden biri, artık sokakta ki vatandaş (tabii bahsettiğim ezik zümreye tabii değilse) dahi benimle aynı şeyi düşünür hale geldi. Eskisi gibi Avrupa'ya gitmek o kadar büyük hayranlık uyandırmıyor hatta adiyattan oldu. Türk malları dünaynın her yerine satılıyor ve herşeye rağmen daha da fazla satılmaya devam ediyor. Ülke insanı kendi tarihi ile ve değerleri ile barışıyor. Çeşitliliğimizi ve fikir ayrılıklarımızı bizi bölmek için kullananlar artık eskisi gibi rahat hareket edemiyorlar. Ve en önemlisi devlet artık büyük bir devlet gibi davranıyor.


Birkaç yıldır takip ettiğim bir organizasyon var. Her yıl daha da büyüyerek devam ediyor. Türkçe Olimpiyatları.... Acayip duygulanıyorum her sene izledikçe. Hangi cemaatin düzenlediği ya da ne tür bir görüşü temsil ettiği ya da gizli bir gündemlerinin olup olmadığı gibi konularla ilgilenmiyorum. Reel olarak bu ülkeye kattığı değer ile ilgileniyorum ve bu değer bence paha biçilmez. Bu değeri ise yıllar sonra meyve verecek tohumlar olarak düşünüyorum. Belki ben ömrümde bu tür yatırımların meyvelerini göremeyeceğim ama en azından tohumlarını gördüm.


Buna da şükür. Ya bende o eziklerden olsaydım...!!!