24 Aralık 2010 Cuma

Ruhu Dezenfekte Etmek


Pis birşeye değdiğinizde içiniz gıcırdar, tiksinirsiniz ya şimdi ben öyle hissediyorum. Ruhumun kirlendiğini, pislendiğini ve artık leş gibi olduğunu görüyorum.


Öte dünya ile olan bağlantımda bir kopukluk var. Ne namazlarım namaz ne dualarım dua. Bir hissizlik hakim ruhuma. Hayatımın inanılmaz bir hızla akan rutininden başımı kaldırmaya fırsat bulamıyorum. Kalkıyorum, çalışıyorum, yiyorum, içiyorum ve yatıp uyuyorum. Ama hiç düşünmüyor ya da hissetmiyorum. Dümdüz, renksiz biri oldum çıktım.


Acilen ağlamam lazım. Ruhumu dezenfekte etmek için gözyaşı lazım. Sonsuzlukla irtibatı gözyaşlarımla kurabilirim. Zaten daha önce yapmıştım. Tekar yapabilirim.


Ha gayret...

14 Aralık 2010 Salı

Şizofrenik Toplum


Şizofreni denen hastalığa düçar olmuş bir topluma mensup olduğumdan şüphelenmekteyim. Her ne kadar psikolojik bir rahatsızlık olup bireysel bazda değerlendirilmesi gerekse de bence şu an yurdum insanlarının oluşturduğu bu toplumun ruh halini en iyi bu şekilde tarif edebilirim.

Bir yandan, din, kültür ve ahlak bilgisine atıf yapan bir gelenek diğer yandan ölümüne kapitalist, şuursuzca tüketen ve değer yargılarını sadece kazandığı para ile sahip olunan metalarla ölçen bir yaşam pratiği. Bu ikisinin aynı bünyede barınması sonucunda da şizofrenik bir ortam çıkıyor karşımıza.

Benim gibi kafası karışmış, zihninin ırzına geçilmiş birinde bu toplumun nasıl bir tahribat yaptığını anlatmak için 29 harfli bir alfabenin imkanlarının yeterli olacağını sanmıyorum. Ruhumun röntgeninin çekilip, uygun ışık altında bakılması gerekir. Bunu yapabilecek kimsenin olmaması ise hasta olmaktan daha beter birşey. Allah kimsenin başına dermanı olmayan dert vermesin.

Güvensizlik, kuşku, aidiyetsizlik ve belirsizliğe karşı korku v.b.duygular bu toplumda yaşamanın yarattığı tahribattan sadece bir kısmı. Bunlara ilave olarak fıtratımda ki zaafları da eklersek, durumumun ne kadar vahim olduğunu belki anlatabilirim.

Bazen "herkes" gibi olmak istiyorum. Herkes gibi yaşarken herkes gibi olamamanın yorgunluğuna dayanamıyorum. Ama sonra bakıyorum herkes acaba kendi içinde dengeyi bulabilmiş mi ki? Ya da zannettiğim gibi bir "herkes" var mı? Eğer "herkes" benimle aynı şeyleri sorguluyorsa nasıl dayanıyorlar böyle yaşamaya? Yok eğer sorgulamıyorlarsa nasıl oluyor da sorgulamadan böyle koyun gibi yaşayabiliyorlar?

Sorular, sorular, sorular...

6 Aralık 2010 Pazartesi

Geçim Derdi


Hayatta en çok hangi özelliğimi değiştirmek istediğim sorulsa geçim derdi için endişelenen yanımı değiştirmek isterdim. (Sanırım buu soruya da farklı zamanlarda farklıl cevaplar veriyorum. Pek tutarlı değilim bu konuda da)


Bugünlerde yine azdı bu geçim derdi korkum. Somut olarak yaşadığım bir gelir eksikliği değil benimkisi ama nedensiz yere bir kuruntu mu onu da bilmiyorum. Mantığım ile inancımın bir kombinasyonunu kullanarak düşünebilsem aslında hiç de endişelenecek birşey değil derd-i maişet. Ama yine de içimden birşeyler sürekli endişe halinde. Halbuki, geçim derdi için endişelenmeyi ve sadece para kazanmak için bir değer üretme kaygısı olmadan çalışmayı iğrenç buluyorum.


Aslında ailemin tüm hayatım boyunca yaşadığı ekonomik türbülanslar bu tür korkulara karşı bana bağışıklık kazandırmalıydı. Görünüşe göre kazandırmamış. Kafamda yaptığım bir bütçe oluyor ve bir miktarı kara günler için kenara ayırmaya çalışıyorum ama istediğim birikim gerçekleşmediğinde kendimi güvensiz hissediyorum. Bu da bende inanılmaz büyük bir huzursuzluk yaratıyor.


Baktığında ne kadar plan yaparsan yap, ne kadar birikim yaparsan yap, 1 günde herşeyini kayıp edebilirsin. Çünkü bu hayat...Herşey olabilir ve herşey imtihan. Tüm bunları bilirken bu şekilde kendimi sürekli baskı altında tutmaktan da utanıyorum. İnandığım değer sisteminin hiçbir yerinde bu tür bir korkuya yer yok.


Yaşadığım bir sürü çelişkiden biri de bu derd-i maişet ve gelecek korkusu. Sanırım imtihan olduğum konulardan biri de bu. Kendime tekrar tekrar hatırlatmam gerekiyor ki; Rızkı veren Allah !!!


25 Kasım 2010 Perşembe

Ben Sussam Alem Susmuyor


Kelimeler olmasa ve herşeyi lisan-ı hal ile anlatsam.


Ya da anlaması zor olan şeyleri anlatmak derdim olmasa.


Ya da anlatmayı denediğim anlaşılmadığımın farkına varamayacak derece ahmak olsam.


Ya da ben sussam ve sadece gözlerim konuşsa.


Ya da bir çığlık atsam tüm alem sussa.


Ya da illa birileri konuşacaksa, sadece fikri olduğu konularda bilgisi de olanlar konuşsa.


Ya da kendimi aşsam da kendimi konuşmak zorunda hissetmesem.


Ya da en azından konutuğumda dinlenmediğimde içimdeki infilak hiç var olmasa.
Sanırım en iyisi ve elde edilebiliri bu sonuncusu oldu...

23 Kasım 2010 Salı

Bıyıklar Yok Olsun


Kamuya hizmet amacı ve idealiye giriştiğim bu yeni işte ilginç bir tipleme ile karşılaşıyorum. Bu da bıyıklı bürokrat tipi. Daha önceleri bıyıklı hocaları eleştirmiştim ama bu bıyık olayı hocalarla sınırlı değilmiş. O kadar çok bürokrat bıyıklı ki artık bana gına geldi.


Nedir Allah aşkına bu bıyık olayı. Sakalı anlarım ya da sinek kaydı traşı ama nedir bıyık??? Bir de bu amcalar, dayılar ya da ağır abiler gerçekten post feodal dönemde yaşıyorlar. Hani yavaşlığından ve geriliğinden şikayet ettiğimiz bu devlet varya aha tam da bu bıyıklılar yüzünden ilerlemiyor.


En büyük protokol problemleri de genelde bıyıklılar yüzünden oluyor. Saçma sapan bir protokol kültürü içlerine işlemiş bu bıyıklıların. Acilen bıyıklıların tasfiyesi gerekiyor ve yerine daha makul daha iş ve sonuç odaklı aynı zamanda da modern görünümlü kişilere bırakmaları gerekiyor. Ayrıca yeni neslin bir toplantı açılış konuşması yapmak için can atmamasını da umuyorum. Her toplantı açılış ortalama 2 saat sürüyor. Geri kalan toplantı açılıştan daha kısa sürüyor. Doğal olarak da benim açılışlarda uykum geliyor.


Heyecanla bekliyorum ki yeni nesil yani 30-40 yaş aralığında ki bürokratlar acaba bu post feodal bürokratlarının ötesine geçebilecek mi? En azından e-mail atabildiklerini düşünürsek sanırım bir ümid var.


Haydi Türkiyem, durmak yok ileri !!!

7 Kasım 2010 Pazar

İtiraf Ediyorum AVM'leri Seviyorum !!!



Tamam AVM leri seviyorum. O insan eliyle yapılmışlık, standard mağaza dağılımı, parlak zeminler ve ışıklandırma beni cezbediyor. Acaba bu antikapitalistliğimle çelişiyor mu?Büyük bir ikilem bu. Avm sevgim ve ideolojim. Dünyanın heryerinde aynı olan bu AVM yapısı aslında nereye gidersen git seni memlektinde hissettiren birşey.

Şimdi, bazı globalleşme karşıtları tek tipleştiren bir eğilimi olan AVMleri sevdiğim için beni kınayabilirler. Haklıdırlar da...

Peki, ama gönül ferman dinlemiyor ki! Haftasonu olmadığı sürece, boş zamanlarda avm gezmeyi seviyorum. Bazı markaları takip etmeyi, yeni şeyler var mı diye kontrol etmeyi seviyorum. Tanrı beni affetsin :(

Peki, avmlerin sevmediğim yönü yok mu? Pazar günleri avmleri sevmiyorum mesela. Özellikle nefret ettiğim şey, çekirdek ailelerin sabahtan akşama çocuklarını da alıp avmleri gezmeleri. Neden???Yaw evde oturun, ya da gezecekseniz açık havada gezin, akraba ziyaret edin. ne işiniz var avmlerde?

Ama düşününce bulabildiğim tek kötü şey bu. Dubai'yi sevme nedenim neyse avmleri de aynı nedenden seviyorum. Yapaylığı ve sanal mükemmellik iddiası nedeniyle. Ben bir yüzeyselciyim(bu kelimeyi de yeni uydurdum. Türk diline armağanım olsun)

3 Kasım 2010 Çarşamba

Affet Beni Blog


Ben genlerine tembellik gömülmüş kendisinden nefret eden biriyim. Tek zevkim bu blog ama ona bile zaman ayırmıyorum. Hee tabi geçerli mazeretlerim var. Yoğunum, yalnız yaşıyorum, okul var, takım elbise giyilecek bir işim ve dolayısıyla yığınla ütü ve çamaşırım var falan filan...

Ama yine de hissettiklerimi ve aklıma gelenleri yazmazsam, zaman zaman yazdıklarımı okumazsam bir yanım hep yarım kalmaz mı? Nasıl anlayacağım gelişip gelişmediğimi? Hayatım hep rölatif kalmaz mı eğer yazıp okumazsam? Mutlaklığa nasıl ulaşırım? Günlük yaşayıp günlük düşünmekten kendimi nasıl korurum?

Di mi?

Affet sen beni blog, idare et demiyorum tam tersine haklısın diyorum. Neden tembellik ediyorum ki?

17 Ekim 2010 Pazar

Kış Kasveti ile Geldi...!


Hiçbir zaman kendimi "kış" insanı olarak görmemişimdir. Zaten, gidip yaşamak istediği yer olarak Dubai hayali kuran birinin kışı sevmesi pek tutarlı olmazdı herhalde. Ama, Bursa'da kış heryerde olduğundan daha mı çirkin yoksa bana mı öyle geliyor anlamadım. Gerçekten pis, kasvetli ve vıcık vıcık bir kış var burada.


Küresel olarak ısınan dünyada mevsimler arası geçişlerin azaldığına dair bla bla duymaktan bıktığımdan dolayı hiç sonbahar olmadan kavurucu sıcaklardan bol yağmurlu ve soğuk bir kışa geçtiğimiz ile ilgili şikayet edecek değilim. Ne yapalım ki durum bu. Ne ilkbahar var ne sonbahar. Yaz ve kış...Tıpkı bir önceki 2 partili meclis gibi. Daha az geçiş daha sert renkler.


Sürekli depresif ve kapalı bir hava var burada. Bugün bir ara güneş açar gibi oldu ama sadece 1-2 saat sürdü. Modu direkt olarak hava durumu ile ilişkili biri olduğumdan acayip depresif hissediyorum kendimi. Hiç nedensiz yere güzel havada kendimi iyi hissetmem gibi, yine nedensiz yere kötü havalarda kendimi kasvet içinde buluveriyorum.


Sanırım önümdeki birkaç ay sürekli böyle geçecek. Zaten hava 6 civarında kararıyor ve bu da ayrı bir depresyon nedeni benim için. Gün ışığı çekilince saat kaç olursa olsun kendimi bitkin ve yorgun hissediyorum. Üretkenliğimi de öldüren birşey bu.


Bu tür kasvetli havaların tek iyi yanı daha çok yazasım geliyor. Benim ilham meleklerim de sanırım güzel havalarda kendilerine yapacak birşeyler bulurken kötü havalarda gelip beni buluyorlar.


Kötü havanın en azından bir tane iyi yanı var. Buna da şükür !

14 Eylül 2010 Salı

Kendine Tapanlar


Beni deli eden şeylerin listesini yapacak olsam asla düzgün profillendiremeyeceğim bir tip insandan bahsetmek isterdim. Bu insan, yaşamını putlaştıran insandır. (Burada özellikle "yaşam" kelimesine vurgu yapıyorum. Zira, hayat ile yaşam arasında ki farka daha önce vurgu yapmıştım.)


Bu insanlar bir konuşmaya başladıklarında sanırsın ki dünya onların etrafında döner. Yaşadıkları sadece onlara hastır ve tarih boyunca kimsenin başına gelmemiştir. Bu kişiler sözleri ile tavır takınmazlar. Kelimeler ile durumlarını dile getirmezler ama lisan-ı halleri ile hep bu moddadırlar. Yaşamaktan keyif almaya o kadar çok odaklanmışlardır ki, varlığın anlamına kafa yormayı gereksiz bulurlar. Güzel görünmek için çaba sarfederler ama güzellik kriterleri bile kendilerine ait değil, başkalarına aittir. Güzel görünmek, güzel şeyler düşünmekten daha önemlidir bu ahali için. Ruhları ile ilişkiyi koparıp sadece bedenlerine konsantre olmuş durumdadırlar.


Yalnız kalmaktan korkarlar ya da mecburen yalnız kaldıklarında yaşamlarında ki herşey gibi bunu da abideleştirirler. Bir aşığın, aşkına şarkılar yazması gibi yalnızlıklarına şarkılar yazarlar. Halbuki; yalnızlağa doğuştan mahkumdur bu kişiler. Etraflarında bulunanlara değer vermediklerinden sadece bir kalabalık içinde bulunurlar belki ama yalnızlıklarına derman değildir bu durum.


Gittikleri, yaptıkları, kazandıkları herşeyi o kadar büyütürler ki; kendinizi bu kişilerin yanında ya gereksiz ya da başarısız hissedersiniz. Eğer ezik bir profilseniz ise bu tiplere hayran olursunuz. Sadece yaşamlarının ışıldayan taraflarını gösterir bu tipler. İnsani olan şeyin zaaflarımız ve acziyetimiz olduğunu bilmezler ya da düşünmek istemezler. Bizi insan yapan ve yaşamımıza hayata çeviren şeyin ne olduğunu anlamaktan fersaah fersah uzaktırlar.


Kazandıkları şeyleri abideleştirirken, kayıp ettikleri şeylerle de harap olurlar. Ölüm ve yaşlılık bir kabustur. Bir paket olarak yaratılana verilen tecrübe edilmesi gereken şeyler olarak değil de bir musibet gibi görülür ölüm ve yaşlılık.


Hasretin de bir lütuf olduğunu bilmezler. Bazı şeylere sahip olmayı hayal etmek, gerçekten sahip olmaktan çoğu zaman daha güzelken bu muhterem şahsiyetler, sürekli bir şeyleri elde etmekle meşguldürler. O kadar ki; elde ettiklerinin keyfini çıkarmadan başka şeyler elde etmenin derdine düşerler.


Sadece, azıcık kendileri ile barışsalar, yaşamın amacını anlamak için gym de geçirdikleri zaman kadar düşünmeye zaman ayırsalar o kadar hafifleyecekler ve putlarından kurtulacaklar ki...


Ben ise sadece bu insanlara acıyorum ve onlar için üzülüyorum. Hayatlarını dert, tasa, hüzün içinde geçiyorlar. Ne kadar zavallılar ...

8 Eylül 2010 Çarşamba

Bayramda Globalleşmek


Sanırım bu bayram yazılırını rutine bağlayacağım. Her bayram yazmamakla beraber yine bir periyot çerçevesinde yazdığım tek yazı konusu bayramlar sanırım.

Bu bayram diğer bayramlardan farklı olarak bayram namazında imamın değindiği konu çok ilgimi çekti. İmam, yardımlaşma ve fazileti üstüne vaaz verirken bir yerde "globalleşen dünyamızda" dedi. Nasıl ya !!!:S

Bir tek imamlar kalmıştı globalleşmeye ayak uydurmayan şimdi onlarda kervana katıldı. Hayırlı uğurlu olsun.

Bayram atmosferini çok seviyorum. Her ne kadar globalleşen imamızda olsa bayramlar bayramdır.

Keşke hergün bayram olsa :)

7 Eylül 2010 Salı

Türk Yöneticiler: "Türk Usulü İş Yapmak"


İş hayatında bir iş yapma tarzı ile dalga geçeceksem direkt olarak "Türk usülü yapmayın bu işi" derim. Yıllardır kullandığım bir tabirdir bu.

Nedir bu "Türk usulü" peki?

Bizim bir alışkanlığımız var. Kolayı zor, zoru imkânsız, imkânsızı ise mümkün kılarız. Bu durum ise yaptığımız iş başlangıçta kolay olmasına rağmen bitirdiğimizde çok zor bir işi başardığımızı sanarak bizi bir ilizyona sürükler ve mutlu oluruz. İşte bizim usulümüz budur. Ancak, bu durumun bize kayıp ettirdikleri zaten sıkıntısını çektiğimiz kaynaklarımızın israfı ve zaman kaybıdır. Bundan dolayıdır ki; savaşlar geçirmiş ve baştan başa yıkılan ülkeler bile bize tur bindirebilmiştir.

Neden böyle bir iş döngümüz var sorusuna verebilecek cevap ise hiç kuşkusuz bizim yönetici ve karar alıcılarımızın profilidir. Bizim yönetici / karar alıcılarımız tıpkı Türk futbol milli takımı gibidir. Yetenekli oyunculardan kurulu milli takım oyuncular bireysel olarak bir değer ifade etseler bile fizik ile mental güçleri eksik olduklarından ve en önemlisi de "fundamental" denen temel oyun bilgisenden yoksun olduklarından istikrarlı sonuçlar alamazlar. Büyük iniş çıkışlar gösterirler. Ondan dolayıdır ki; kriz ortamlarında mucizeler yaratan yöneticilerimiz ortalık süt liman iken hiç bir varlık gösteremezler. Çünkü iki ortamın gereklilikleri farklıdır. Maalesef, kriz bir ekstrem olay olduğundan bu ortamda elde edilen başarılar sürekli ve uzun dönemli başarılar yanında yanıp sönen bir yıldız gibi kalmaktadır.

Türk yöneticilerinin düştüğü yanılgı belki de Türk insanının da genel zaafı olan acelecilik ve metodoloji yoksunluğudur.Bunun ise yöneticilere verilen akademik eğitimle hiç bir alakası yoktur. Bu bir kültür iş yapma meselesidir. Zira, bizim yöneticilerimizin eğitimleri uluslararası standardlar da hatta üstündedir. Bununla beraber bir işe başlamadan önce fizibilite, planlama ve method üstüne konuşmalara hiç zaman ayrılmaz bizim ülkemizde. Kervan yola çıkarılır sonra da yolda düzülmeye çalışılır. Çoğu zamanda düzülemez...Bir an önce sonuç almaya çalışmanın getirdiği bu eksiklik, sonuçların alınamadığı durumlarda şirketleri kaosa sürükler. Ama bundan daha vahimi ise şans eseri ya da konjektür gereği bir başarı sağlandığında bunun sürdürebilirliği mümkün olmamaktadır. Bu da yan etki olarak hep şikayet edilen kurumsallaşamama sorununa kaynaklık etmektedir.

Sadece kısa vadeli düşünebilen bir yönetici profilimiz var. Belki bu durumun nedeni ekonomik krizlerle hem dem olmuş bir jenerasyonunun şu an yönetici olmasından kaynaklanıyordur ve bu bir miktar maruz görülebilir. Çünkü, kısa aralıklarla krize giren bir ülkede uzun vadeli bir plan yapmak mümkün olmadığından fırtına da gemisini en iyi yöneten kaptanlara ihtiyaç duyulması da normaldir. Fakat, artık farklı bir dönem var. Ufku geniş, ajandasında bir dünya olan ve büyük düşünen yöneticilere ihtiyaç var.

Bu yöneticilerin yapması gerekenlere dair koca bir literatür kitap ve makale var ama ben de amatörce bunlara değineceğim ki ızdırabım bir nebze dinsin:

* Ekip kurarken sadece yönetmesi kolay emir erlerine değil iddialı ve yöneticiyi gerektiğinde yeni fikir ve önerileri ile zorlayabilecek kişilere yer vermekten korkulmamalı.

* Tüm işlere başlamadan önce üst ve altlarından fikirleri değerli kişilere danışılmalı ama kararı kendisi almalı ve aldığı kararı sahiplenmelidir. Bu sahiplenmeyi ekibe de hissettirmelidir.

* Kısa, Orta, Uzun vadeli önceliklerini belirlemelidir. Bunları zamanı geldikçe ekip ile paylaşmalı ve onları da işin bir parçası yapmalıdır.

* Fizibilite yapmadan hiç bir işe başlamamalıdır.

* Düzenli planlar ve üstüne düşünülmüş stratejilerle hareket edilmelidir. Hiss-i kablel vuku durumlardan mümkün oldukça kaçınılmalıdır.

* Tüm çözüm ortakları ile kazan-kazan ilişkisi kurmaya odaklanmalıdır. Kısa vadeli kendi çıkarı yerine uzun vadede güvene dayalı ilişkilere önem vermelidir.

* İnsiyatif almak konusunda korkak davranmamalı ve yine kısa vadede üstleri ile sorun yaşanmak pahasına uzun vadede getirisi olacak ve inandığı projelere girişebilmelidir.

* Veri toplama ve derlemeyi bir külfet değil işinin en temel parçası gibi görmeli ve gerekli organizasyonu yapabilmelidir.

Şimdilik bu kadar...İleride muhtemel bir edit yapabilirim.

1 Eylül 2010 Çarşamba

12 Eylül Geçse de Kurtulsak...


12 Eylül referandumu...Kimilerine göre Türkiye için yüzyılın fırsatı kimilerine göre cumhuriyetin sonu. Bana göre ise kısır çatışmaların, kısa vadeli politik çıkar peşinde koşanların şov zamanı.


Her daim iç politikadan nefret etmişimdir. Rezil ve seviyesiz insanların iştigali ola gelen ve sokaktaki vatandaşı hedef alan, bir dizi yalana dayanan söylemlerle yapılan bir eylemdir politika ve bu durum Türkiye'ye has bir durum değildir.


Hele demokrasi denen garabet ve bunun politikaya alet edilmesi beni çileden çıkarıyor. Yahu, herkese 1 oy hakkı verirsen zaten politikanın bu kaliteden daha yukarı çıkması mümkün olamaz ki? Daha ne beklemek lazım?


12 Eylül referandumundan benim ümidim (sonradan bir hayal olduğunu anladım) şuydu: Bu sefer partiler üstü bir tartışma olabilir, kişilerden ziyade eylemin kendisi tartışılır buna göre EVET ya da HAYIR denilirdi. Ama özel bir ilgisi olmayan kimse referandumun ne ile ilgili olduğuna dair bir fikir sahibi olduğunu sanmıyorum. Birkaç cılız bilboard ya da gazete ilanı haricinde içeriğe dair bilgiden ziyade, partiler arası deve güreşine şahit oluyoruz.


Yahu bu anayasa değişikliği. Herkesin anayasası yani. Mutabakat arayışı olacağına "iyi olan kazansın" tarzı bir yaklaşımın kime ne faydası var. Gören de belediye seçimleri için kampanya yapılıyor sanır. Yuh artık....!


Bir an önce bitsin bu kampanya dönemi. Hergün birbirlerine laf atan parti sözcüleri ve başkanlarını duymak, görmek, okumak istemiyorum. Artık siz susun, gözleriniz konuşsun.


Ayrıca sokaklarda araba dolaştıran 90 lardan kalma zihniyeti de kınıyorum. Hatta kendilerine ve o zihniyeti bu kişilere aşılayanlara da küfür ediyorum. Zart-zurt şarkılarla bangır bangır araba dolaştırmak nedir yaaaa !

31 Ağustos 2010 Salı

Maybe I am not as smart as I think *


* Belki de düşündüğüm kadar zeki değilimdir

Üniversite hayatımının harcanmışlığı yüzünden IQ'mun sanırım 15-20 puanını heba etmiş durumundayım. Her ne kadar halâ insanların hüsn-ü zann'ı nedeniyle zeki olarak sınıflandırılıyor olsam da ben, benden eksilenin gayet farkındayım.

Teknik zeka konusunda hiç bir daim iddialı olmamakla beraber matematik modelleme ve çözümleme konusunda iyiydim. Tabii bir zamanlar... Şimdilerde sadece eski günlerden hoş bir seda var kulaklarımda. Hey gidi günler :(

Bu durumun birkaç sebebi olabilir ama ben en çok Lamarck'ın "kullanılmayan organlar körelir" teorisini beğeniyorum. O kadar uzun zamandır zekamı zorlayacak işlerden uzağım ki, kullanmamaktan körelmiş olabilir.

Ama daha korkunç bir teorim daha var. Yüzleşmek istemesem de bu da bir ihtimal :

"Ya hiçbir zaman zannetiğim kadar zeki olmamışsam"

Eğer hal bu ise, durumum içler acısı olabilir. 3-5 ÖSYM sınavından aldığım sonuçlarla kendimi bir halt sanıyor olabilir miyim gerçekten?

Belki ...
Edit: Gothe'nin lafına rastladım biraz önce. Bayıldım..."The intelligent man finds almost everything ridiculous the sensible man almost nothing" ... Ben de herşeyle geyik yapabildiğime göre intelligent mı oluyorum? Konumuzla alakalı diye edit ettim :)

27 Ağustos 2010 Cuma

29'a 1 kala ...


Ahann da 29 oldum. Ne etcez şimdi?


29 olan yarın birgün 30 da olur...


depresive mode is on !


Son 2 yıldır bu yaş olayına takmaya başladım. Artık başaramadığım şeyleri başarabilmek için zamanım daralıyor da ondan mı acaba?


İyi ki doğdun dediğinde bunda samimi olan (annem hariç) kimsemin olmamasının da payı vardır belki?


29 yıl yaşayıp da zerre kadar katma değer üretmemiş biri olmaya nasıl dayanabildiğime de şaşırıyorum. Bu da tamamen ayrı bi rkonu zaten. Yuhhh diyorum kendime.

22 Ağustos 2010 Pazar

İftar Vakti


Bu sene Ramazan'da mahsunum. Yalnız geçirdiğim 2. Ramazan bu ama bu sefer ki tam sefillik. Uhrevi ortamdan istediğim gibi yararlanamadığım gibi iftar ve sahur etmenin de angaryadan öte bir anlamı yok.

Zaten nefsime en zor gelen ibadet oruçtu ama iftar işi güzel kılıyordu. Halbuki, şimdi hiç de öyle değil. Yemekleri kendim hazırlamak zorunda olmamın yanında bir de yemek sonrası bulaşıkları yıkama zorunluluğu beni deli ediyor.

12. gün de biterken yine duvarlara attığım çentiklerle şafak sayıyorum. Ha gayret...

19 Ağustos 2010 Perşembe

"Ben" Olmanın Dayanılmaz Zorluğu Üzerine Yeni 1 Yazı


Bu aralar yine kendimle başbaşayım. Bir hezeyana kapılmış gidiyorum. Hani o birbirine benzeyen günlerim vardı ya. Onlar geri geldiler. Bir işe yaramayan ve bir işe yaramadığımı hissettiren o günler.


Bir şekilde rutine saplanıp kalmayı başarıyorum. Bazen rutini sevdiğimi söyleyerek kendimi avutuyorum bazen kendi çapımda radikallikler yaparak rutinimi kırıyorum ama sonuçta dönüp dolaşıp "ben" olmanın o lanet hantallığına geliyor ve yapışıyorum.


Sürekli kendimle bir derdim var. Adını koyamıyorum ama var. Birçok kişi sorunu etrafında arar ve suçu başkasına atarken benim hayatımda ki yegâne suçlu bizatihi kendim. Bir şekilde kendimi "ben" olmaya mahkum ediyorum. "Ben"i değişterecek şeyleri ararken ömrümün 29 yılı geçmişken, muhtemelen hiç bir zaman o şeyleri bulamayacağıma dair kendimi ikna sürecine girdim artık. Bulamayacağım zira, ben ne aradığımı bilmiyorum. Aradığım şeyin ne olduğunu bilmediğimden belki de zaten bulmuş ve hatta kayıp etmiş olduğumu da bilmiyorum.


Saçma sapan bir döngü bu. Kuyruğunu kovalayan kafesteki fare gibiyim....

10 Ağustos 2010 Salı

Bursa'da Zaman




Bursa'lı olalı bugün itibari ile 2 ay oluyor. Son 2 aydır anladığım tek şey ise, bu şehri gerçekten çok sevdiğim oldu. İstanbul'dan küçük bir şehir ama İstabul'un sahip olduğu herşeye sahip. Hatta yeşil alan itibari ile fazlası var.

Hayatımı ise rutine bağladım bile. Ev yerleştirmek bir dertti ama ilk birkaç hafta sonrasında artık tamamen yerleştim ve hatta alıştım sayılabilir. İşden eve bir hayatım var...Zaten İstanbul'da da farklı bir hayat değildi benimkisi. Ondan dolayı bu değişikliğin sosyal boyutu çok zorlamadı beni. Aynı antisosyal varlığım neticede.

Merkeze yakın bir yerde oturma konusunda aldığım kararın ise hergeçen ne kadar doğru olduğunu görmek içimi biraz daha rahatlatıyor. Uzunca bir süre daha buralarda oturmamam için bir neden görmüyorum. Zaten, taşınma fikri beni dehşete düşürüyor. Feci zor bir olaymış.

Peki Bursa' da beni cezbediyor? Sanırım buranın sahip olduğu ruh. Birçok yerden nefret etmemin sebebi olan ruhsuzluktan burada eser yok. Kurucu ruhun izlerini herşeye rağmen taşıyor. Her ne kadar, sanayileşme ve göç şehrin dokusunu yoketme konusunda iyi bir iş çıkarmış da olsa hala umut var. Bursa, İstanbul gibi tamamen yok olmayabilir.

Sokağa her çıktığımda, önünden geçtiğim her cumbalı ev, her çeşme, her hamam ve cami kendimi iyi hissetmemi sağlıyor. Hani o hep vurgu yaptığım bize ait ruhun esintileri benim de ruhumu okşuyor. İstanbul muhteşem bir yer. Güzellikleri ile kıyas kabul etmez bir yer. Bursa ise başka bir yer. Ruhu olan, tarzı olan ve hafızasını henüz kayıp etmemiş şehir.




Ne mutluyum ki buradayım...En azından şimdilik

19 Nisan 2010 Pazartesi

Zincirlere Gelesice Mağaza Zincirleri


Kapitalizmin en belirgin özelliği sermaye birikimi sayesinde rakiplerini alt edebilmiş firmaların pazarı ele geçirmeleri ve belli tipte ürünü dayatmalarıdır. Zincir mağazacılık böyle bir eğilimin sonucu çıkmıştır. Şimdi gelelim bu mağazalardan İstanbul'da hızla açılanlarına.

İnanılmaz bir hızla belli tür mağazaların açıldığını görüyorum. En hızlı açılanlardan başlayarak:

1- Ramiz Köfte: Arkadaş her mahalleye de açılır mı köfteci. Bizim mahalle için de bende bir beklenti oluştu artık. Heyecanla bekliyorum.

2- Erotik Shop: Şirinevlere bile açılmış. Geleceği son nokta bu olsa gerek. (Gerçi bu biz zincir mi bilemiyorum)

3- Tiki Kafeler: Bunlar tek bir sermaye grubu değil ama bir çeşit yeni tüketim alışkanlığını temsil ettiğinden listeme girdiler.

4- İddia Kafeleri: Her sokakta varlar. Aynı ganyan bayisi gibi birşey. Hatta bizim sokakta 2 tane. Ne şanslıyız.

5- Starbukcs: Bu uzun süredir istilaya devam ediyor. Hızı düşmekle birlikte hala her yere açılıyor.

6- Kahve Dünyası: Çakma Starbucks olarak o da 2. sınıf avm lerde kendine yer buluyor.

13 Nisan 2010 Salı

Seramik Parmaklıklı Hapishane


İnsanlarla samimiyet kurmaktan kaçınan bir fıtratım var. Her zaman böyleydim ve değişmeye çalışsam da sanırım her zaman böyle kalacağım. Bu bir korunma mekanizması mı acaba? Hani, kırılmaktan, aldatılmaktan ya da üzülmekten korunmak için mi kendimi samimiyetten uzak tutuyorum ?

Aslında birşeylerin parçası olmayı, samiyet duyacağım insanlardan oluşan bir çevremin olmasını herşeyden çok istiyorum. Fakat kendimi korkularımdan ve endişelerimden oluşan bir hücreye hapsetmiş durumdayım. Halbuki, bu hücrenin parmaklıkları demirden ya da çelikten değil. Sadece seramikten. Birisi hafifçe zorlasa kırılacak kadar narin parmaklıklar bunlar.

Her ne kadar narin ve kırılmaya müsaitse de, kimsenin bu parmaklıkları test etmek gibi bir derdi de yok zaten. Herkesin kendine ait bir rutini var ve bunun dışına çıkma cesareti yok. Aynı benim gibi. Keşke biraz daha cesur olabilsem...

7 Mart 2010 Pazar

Post-Toefl Sendromu


Nihayet, ben de stres unsuru olan toefl sınavına girdim ve çıktım. Bitti de kurtuldum aslında ama sınav beklediğim kadar iyi geçmedi. Hatta kötü bile diyebilirim.


Ama bu toefl denen melete bir daha girmeyi düşünmüyorum. Çok uzun sürdü. tam 4.5 saat. Zaten kötü geçmesinin en önemli nedeni de bu sürenin uzun olmasıydı. Kafamı toplamakta bir süre sonra zorlandım. Normal aslında...Ne de olsa yaş kemale erdi.Bu yaştan sonra sınava girersem böyle olur işte.


Hedef 100-105 arasıydı ama 90+ ya razı olucam galiba.


Kısmet artık :(

5 Mart 2010 Cuma

Pre-Toefl Haleti Ruhiyesi


Tafıl denilen gavur icadı sınava yarın giriyorum. Bu sınav bende acayip bir psikoloji yarattı. Yıllardır bildiğimi sandığım ingilizceyi meğersem pek de bilmiyormuşum. Gerçi ben türkçeyi anadilim sanırdım ama öys ye giripte türkçe de 5 yanlış yapınca dumura uğramıştım. Benzer bir durum var işte.


Çok uzun, sıkıcı bir o kadar da ingilizce bilginden çok test yeteneklerini ölçen bir sınav bu. Ama en kötü yanı çok pahalı olması. Valla takdir ediyorum. Bir hesabıma göre bu sınav piyasasının değeri 1 milyar dolar yıllık olarak. Tam anlamıyla bacasız sanayi.


Yarın sabahın köründe sınava girecek olmak beni yine gerdi. Bu sınav psikolojisine tüm dönem geçmiş olmasına rağmen hala adapte olamadım. Bu yaştan sonra da olmam zor galiba.


Neyse, gazam mübarek olsun...

25 Şubat 2010 Perşembe

Mutluluk Benimle Saklambaç Oynuyor


Azıcık beni tanıyanlar bilir ki bu tür bir cümle bana ait olamaz. Hem böyle alengirli laflar edemem hem de mutluluğu arayan, kovalayan biri değilim. Çünkü, mutluluk diye birşey yoktur.


Herneyse, şimdi mevzu mutluluk felsefesi değil. Konu bu cümleyi söyleyen kişi. Bunu söyleyen kişi, bizim üniversitede ki temizlik görevlilerinden biriydi. Cümleyi elinde bir süpürge tutarken yanında ki kapıda bekleyen simitçiye söyledi. Ben de yoldan geçerken bu duruma şahit olup dumura uğradım.


Yurdumun insanlarının edebiyata olan düşkünlüğü mü artıyor yoksa Ezel'mi izliyorlar da böyle oldular bence araştırılması gereken soyolojik bir olgu. Ama ne olursa olsun aklıma geldikçe kendimi gülmekten alıkoyamıyorum.


Mutluluk benimle de saklambaç oynuyor :P

19 Şubat 2010 Cuma

Rahatımdan Olmak

Garip bir metamorfoz geçiriyorum. Zevklerim, beklentilerim, ideolojim hepsi aynı anda ve tam olarak nereye varacağını bilemediğim bir yönde değişiyorlar. Kısacası, tüm karakterim ve ruhum kaos içinde.

Neden böyle oluyor bilmiyorum. Acaba, yaş ile alakalı bir şey mi? Büyümek dedikleri bu mu? Ya da sosyal çevremi değiştirmiş olmamla mı alakalı? Ya da beni en çok korkutan şey mi yani varlık ile ilişkiyi kurmaya ve varolduğun dünyaya değer katmaya çalışırken yolunu kayıp etmek mi?

Gayet rahat bir hayatım varken bir türlü yerinde duramayan, bir şeyleri sürekli kurcalayan yaramaz birine dönüştüm. Sürekli düşünmek, neden-sonuç ilişkisi kurmak, çoğu zaman yanılmak ve kendine yanıldığını itiraf etmek acayip yıpratıcı bir süreç. Gecelerim gündüzlerimle karıştı. Gündüzlerim ise mahşeri bir hesaplaşma ile geçiyor. Fiziksel rahatımdan ciddi bir kayıp olmamasına karşın ruhi ve mental dengem altüst olmuş durumda.

Bu süreç aynı zamanda çok da verimsiz. Hiçbir şey üretemediğim gibi altyapı eksikliklerimi de gideremiyorum. Sürekli kendine işkence halindeyim.

Hani bahsettikleri "bedel ödemek" bu mudur? Yoksa daha yeni mi başlıyorum? Eğer yeni başlıyorsam, önümde yaşayacak çok uzun bir ömür olduğunu sanmıyorum. Zira, bu şekilde yaşamaya çok uzun süre dayanabilecek bir bünyem yok.

Tek tesellim, kimsenin altından kalkamayacağı şeyle imtihan olamayacağına dair aksiyom. Eğer bu durumdaysam bir nedeni olmalıdır diye düşünüyorum. Umarım hiç olmazsa bu konuda yanılmam.

16 Şubat 2010 Salı

Heeeeey Millet !


Uzuuuunca sayılacak bir süredir sürekli kendi üstüme düşünüyordum ki, bir anda benim en büyük hobim olan ama ihmale ettiğim konuya dönesim geldi. (Hep kendimle ilgili düşünmekte artık sıkıntı da verdi itiraf ediyorum.) Birazda millet hakkında düşüneyim dedim.

"Millet" ya da kimilerinin tanımlaması ile "el alem" ilginç bir kavram. Şimdi bu kavramın etimolojik, epistomolojik ve ontolojik yönlerine eğilecek modda olmadığımdan direkt sosyolojik boyutuna bodoslama olarak dalıyorum. (Bodoslamanın da ne olduğunu hala bilmediğimi de itiraf ediyorum ki bir gönderi de iki itiraf biraz fazla oldu.)

İlginç bir ortamda yaşıyor oldu bu millet. Kendilerine "heyyy millet !" nidası ile sesleniyorum ama beni duyarlar mı bilmem. Gerçi bu millet duysa da beni anlamaz. Ama ben vatan borcumu bu nida ile ödemek istiyorum. (Hani "bu millet adam olmaz" geyiklerine karşıyım ya o bakımdan.) Millete direkt küfür edeceğime küfür etmeden önce bir seslenmenin gereğine inanıyorum.

O kadar başı boş ve birbirine benzer hayatlar yaşar oldu ki insanlar, kafalarını bir kaldırdıklarında azıcık farklı yaşayanları görüp dehşete düşüyorlar. Sanki tek doğru, tek model ve tek alternatif varmış gibi. Malum sistem doğ, büyü, eğitil, tüket ve öl gibi lineer bir doğru üzerinde yaşamayı öven bir yapıda. Bunun sonucu olarak ta herkes yoldan çıkmadan, sağa sola bakmadan direkt olarak yaşıyor. Azıcık falso bile bu doğru üzerinden sapmayı ve dolayısıyla da sistem dışına itilmeyi beraberinde getirebilir.

Napıyor bu sistem insanlara? Tabii ki önce eğitiyor. Zekasına, yeteneğine göre bir eğitim veriyor. Sanıldığının aksine verilen bu eğitim gayet adil ve sistemin çıkarlarını optimize edecek şekilde.IQ su yüksek olanların geliri de bir miktar yüksek oluyor. Ama karşılığında ruhlarından oluyorlar. Ruhları ağzına kadar sistemin dışına çıkmanın ne tür felaketler getireceğine dair korku ile doldurulduğundan yaşam ile hayat arasında ki ilişkiyi kuramıyorlar ve neticede de yaşıyorlar ama zevk almıyorlar.

O kadar çok korkuyolar ki...

Mesela başarısız olmaktan korkuyorlar... Sonra yeterince şeylere sahip olamamaktan korkuyorlar... Milletin geri kalanının takdirini kazanamamaktan korkuyorlar...Çoluk çocuklarının kötü yola sapmasından korkuyorlar (ama kötü yolun ne olduğunu onlarda bilmiyor)...

Ama en çok ta sahip olduklarını kayıp etmekten korkuyorlar.......................

Herkes elindekinin kıymetini ve gerçek sahibini bileceğine bunların kendi hakkı olduğuna o kadar inanıyor ki, bu inançları sayesinde sisteme en büyük hizmeti ediyorlar.

Zeki ama akıllı olmayan bir güruh oluyor bu eğitilmiş kişiler. Sadece kendi faydalarını maksimize etmek için yaşayan ama günün sonunda faydasından çok, zararı maksimize olan bir fert çıkıyor karşımıza. İşte o kişi milletin yapıtaşı olan kişi.

Şimdiye kadar korkaklardan bahsettim zira, ancak zeki insanlar korkar. Peki korkmayanların hali ne? Onlar sisteme herhangi bir zararı ya da yararı olmayan bakiyeler. Yaşamlarının, haklarının hatta varlıklarının bir önemi yok. Zaten, eğitimleri de o kadar rekabetçi değil. Bunlar düşünmedikleri için acı da çekmiyorlar. Korkmadıkları için de sadece küçük ve gündelik çıkarlarının peşinden rahatça gidebiliyorlar. Yarın kavramı yok bu güruh için. Sayıları da bir hayli fazla olduğundan en güzel yönetim şeklinin de en yüksek manipilasyona imkan veren yönetim olması sistemin en makul bulduğu yöntem. Yani; Yaşasın demokrasi !

Nerden nereye geldim...Neyse zaten bu yazının bir sistem eleştirisi olmaması gerekiyordu. Olmadı da zaten ;)

3 Şubat 2010 Çarşamba

Allah'sız Yaşamak


Hayat ile yaşam arasında kavramsal bir fark buluyorum. Bana aynı şeyi çağrıştırmıyorlar. Hatta oturdum üşenmedim bir formül modelledim.


Hayat-Allah=Yaşam


Yaşam, sadece yaşamak. Hani doğmak, büyümek, YAŞAMAK ve ölmek zincirinin bir halkası olan amaliye. Biyolojik bir hadise. Yaşamı, anlamdıran ve hayat haline dönüştüren ise varlığın ve hayatın taa kendisi olan Allah. Allah ile yaşadığında hayatın oluyor fakat onsuz yaşadığındaysa sadece "yaşam"ın oluyor. Canlı cenaze tarzında bir yaşam. Belki biolojik fonsiyonların seni canlı statüsünde tutuyor ama ruh ile bedenin arasında ki kopukluk bir "hayat"a sahip olmanı engelliyor.

Maalesef, rutin yaşam pratikleri artık günümüzünden Allah'ı çıkartmayı öğütlüyor hatta kimi zaman buna zorluyor. Allah ki bize şah damarımızdan yakın olduğunu kendi beyanı ile söylemiyor mu? Biz nasıl oluyor da onsuzluğu kurguluyor ve yaşayabiliyoruz. Sadece başımızın sıkıştığı zamanlarda ve yine sadece ataerkil şekilde, hissetmeden ve bize öğretilen ritüeller şeklinde kendisine başvurduğumuz bir hale indirgiyoruz Allah'ı. Ama bu mudur Allah olan ilişkimizin ideal hali?

Halbuki; Allah ile yaşamak bize herhangi bir maddi fedakarlığa maal olmayacak bir biçim. Gerçi biz o kadar uzun süredir Allahsız yaşamaya alıştırıldık ki, artık ondan korkar olduk. Korktuğumuz ise (çarpık bir şekilde) bizi çarptıracağı söylenen azap değil, bizatihi Allah'ın yaşamımıza hakim olacağı korkusu. Netice itibari ile, yaşamımızı çevreleyen pratikler ve tüketim kalıpları o kadar yoğun ki yaşamımızda Allah'a yer kalmadı. Eğer ona yer açar ve hatta bir de yaşamımıza hakim kılarsak nelerden vazgeçmemiz gerekir kim bilir?

Meftunu olduğumuz huzur ve mutluluk ise Allah'sız ulaşabilecek şeyler değil. Zira, kalple ancak Allah'ı anmakla mutmain olur. Bana saçma gelen şey ise, sorsak herkes Allah'a inanıyor ama ona hayatında yer verenlerin oranı inananlarla aynı oranda değil. Bu durumda inandıkları gerçekten inanmaları gereken Allah mı?

Bunu eleştirecek merci ben değilim. Sahip olabildiğim itikadi ve teokratik bilgi bu tür sonuçlar çıkarabilecek kadar derin ve kapsamlı değil. Sadece kendi içinde tutarsız bir yaşam tarzına ve düşünce şekline itiraz ediyorum. Yoksa herkesin yaşamı kendine. Beni ne ilgilendirir...

25 Ocak 2010 Pazartesi

Ruhum Izdıraplarda


Hayallerimin ve ideallerimin gereği olarak yeniden döndüğüm okul ortamında ilk dönemi bitirip de tatil moduna geçeli kısa bir süre oldu. Finallerin de ilkinin sonuçları da biraz önce açıklandı. Zaten toplam üç ders almıştım ve hepsini AA getirmem gerekiyordu ama varan 1: BA geldi.

Acayip bir yıkım var şu an içimde. Belki kendimden çok şey bekliyordum. Bu kadar ara verdikten sonra ve tamamen yabancısı olduğum bir alanda yüksek beklentilere sahip olmak doğru mu ki?

Ama, ben daha genç zamanlarımdan ders ve konu ayrımı yapmadan neyi çalışırsam orada başarılı olmuyor muydum? Şimdi ne değişti ki? Daha da kötüsü, oldukça düşük bir seviye de olan sınıf seviyesine rağmen en iyi notu alamamış olmam egomu daha da sarstı. Zaten, sürekli bir ızdırap halinde olan ruhumun başına ne geliyorsa bu egom yüzünden geliyor.

Varlığından emin dahi olmasam da üzerimde hissetiğim bir mahalle baskısı hali hazırda beni yiyip bitiriyor. Üstüne de bu tür küçük çaplı hayal kırıklıkları yüreğimde ağırlık oluşturuyor. Bu okul için ödediğim bedel maddiyatın ötesinde birşey. İyi para kazandığın işi bırakıp, 29 yaşında bir hayalin peşinden gitmek ne kadar da acayip geliyor insanlara.

Yüreğimde hissettiğim tutku ve birgün nasılsa öleceğimi bilmenin getirdiği rahatlıkla aldığım bir karardı tekrar okula dönmek. "Tekrar" demek yanlış aslında. Ben hep okulda kalmak istedim ama ekonomik şartlar beni kapitalizme hizmet etmeye zorlamıştı ve ilk fırsatta kendime işkence etmeyi bırakıp tekrar sahalara döndüm bu güz döneminde.

Lakin.......Bu bedel büyük bir bedel. Korkuyorum, baskı altındayım ve en kötüsü de hiç alışık olmadığım bir belirsiz süreçten geçiyorum. Sonunun ne olacağı da belli değil.

Allah'ım ne olur beni utandırma ve içimde ki bu egoyu atmamı nasip et. Sen bana layık olanı benden daha iyi bilirsin. Kalkıştığım bu işte beni utandırma.

1 Ocak 2010 Cuma

AŞK'a Gelmek


İnsanların aşka geldiği bir dönem mi yaşıyoruz nedir? Okuduğum blogların yarısından fazlası aşk için birşeyler yazmış. Karşılaştığım insanların yarından da fazlası ise aşk konusunda geyiklerde bu sıralar.

Nefret ediyorum bu kelimeden artık. Aslında nefret ettiğim kelimenin kendisi değil, ona yüklenen anlam. O kadar basitleştirildi ki bu kelime. Bizler sığ varlıklar oldukça aşkta sığlaştı, derinlikten uzaklaştı ve sonunda kendini kayıp etti.

Sorsanız insanlara birçoğu birkereden fazla aşık olmuştur. Eğer bir insan birden fazla aşık olabiliyorsa o olduğu aşk mıdır? Her hormonal istek uyandıran kişiye duyulan heyecanı aşk diye tabir etmek beni çıldırtıyor.

Hiç aşık olmadım ben. Olmayı da istemiyorum. Bu kadar iğrenç yaşanan "aşk"larla işim olmaz. Aşk sadece bir kere yaşanmalı. Birine "aşkım" dedim mi o ölene kadar ve sonrasında da aşkım olmalı.

İnsanların rutin hayatlarını saran tüketim eğilimi "aşk"ı da tüketti. Bitti...Artık aşk yok. Yaşananların çoğu sadece ahlaksızlık.