25 Şubat 2010 Perşembe

Mutluluk Benimle Saklambaç Oynuyor


Azıcık beni tanıyanlar bilir ki bu tür bir cümle bana ait olamaz. Hem böyle alengirli laflar edemem hem de mutluluğu arayan, kovalayan biri değilim. Çünkü, mutluluk diye birşey yoktur.


Herneyse, şimdi mevzu mutluluk felsefesi değil. Konu bu cümleyi söyleyen kişi. Bunu söyleyen kişi, bizim üniversitede ki temizlik görevlilerinden biriydi. Cümleyi elinde bir süpürge tutarken yanında ki kapıda bekleyen simitçiye söyledi. Ben de yoldan geçerken bu duruma şahit olup dumura uğradım.


Yurdumun insanlarının edebiyata olan düşkünlüğü mü artıyor yoksa Ezel'mi izliyorlar da böyle oldular bence araştırılması gereken soyolojik bir olgu. Ama ne olursa olsun aklıma geldikçe kendimi gülmekten alıkoyamıyorum.


Mutluluk benimle de saklambaç oynuyor :P

19 Şubat 2010 Cuma

Rahatımdan Olmak

Garip bir metamorfoz geçiriyorum. Zevklerim, beklentilerim, ideolojim hepsi aynı anda ve tam olarak nereye varacağını bilemediğim bir yönde değişiyorlar. Kısacası, tüm karakterim ve ruhum kaos içinde.

Neden böyle oluyor bilmiyorum. Acaba, yaş ile alakalı bir şey mi? Büyümek dedikleri bu mu? Ya da sosyal çevremi değiştirmiş olmamla mı alakalı? Ya da beni en çok korkutan şey mi yani varlık ile ilişkiyi kurmaya ve varolduğun dünyaya değer katmaya çalışırken yolunu kayıp etmek mi?

Gayet rahat bir hayatım varken bir türlü yerinde duramayan, bir şeyleri sürekli kurcalayan yaramaz birine dönüştüm. Sürekli düşünmek, neden-sonuç ilişkisi kurmak, çoğu zaman yanılmak ve kendine yanıldığını itiraf etmek acayip yıpratıcı bir süreç. Gecelerim gündüzlerimle karıştı. Gündüzlerim ise mahşeri bir hesaplaşma ile geçiyor. Fiziksel rahatımdan ciddi bir kayıp olmamasına karşın ruhi ve mental dengem altüst olmuş durumda.

Bu süreç aynı zamanda çok da verimsiz. Hiçbir şey üretemediğim gibi altyapı eksikliklerimi de gideremiyorum. Sürekli kendine işkence halindeyim.

Hani bahsettikleri "bedel ödemek" bu mudur? Yoksa daha yeni mi başlıyorum? Eğer yeni başlıyorsam, önümde yaşayacak çok uzun bir ömür olduğunu sanmıyorum. Zira, bu şekilde yaşamaya çok uzun süre dayanabilecek bir bünyem yok.

Tek tesellim, kimsenin altından kalkamayacağı şeyle imtihan olamayacağına dair aksiyom. Eğer bu durumdaysam bir nedeni olmalıdır diye düşünüyorum. Umarım hiç olmazsa bu konuda yanılmam.

16 Şubat 2010 Salı

Heeeeey Millet !


Uzuuuunca sayılacak bir süredir sürekli kendi üstüme düşünüyordum ki, bir anda benim en büyük hobim olan ama ihmale ettiğim konuya dönesim geldi. (Hep kendimle ilgili düşünmekte artık sıkıntı da verdi itiraf ediyorum.) Birazda millet hakkında düşüneyim dedim.

"Millet" ya da kimilerinin tanımlaması ile "el alem" ilginç bir kavram. Şimdi bu kavramın etimolojik, epistomolojik ve ontolojik yönlerine eğilecek modda olmadığımdan direkt sosyolojik boyutuna bodoslama olarak dalıyorum. (Bodoslamanın da ne olduğunu hala bilmediğimi de itiraf ediyorum ki bir gönderi de iki itiraf biraz fazla oldu.)

İlginç bir ortamda yaşıyor oldu bu millet. Kendilerine "heyyy millet !" nidası ile sesleniyorum ama beni duyarlar mı bilmem. Gerçi bu millet duysa da beni anlamaz. Ama ben vatan borcumu bu nida ile ödemek istiyorum. (Hani "bu millet adam olmaz" geyiklerine karşıyım ya o bakımdan.) Millete direkt küfür edeceğime küfür etmeden önce bir seslenmenin gereğine inanıyorum.

O kadar başı boş ve birbirine benzer hayatlar yaşar oldu ki insanlar, kafalarını bir kaldırdıklarında azıcık farklı yaşayanları görüp dehşete düşüyorlar. Sanki tek doğru, tek model ve tek alternatif varmış gibi. Malum sistem doğ, büyü, eğitil, tüket ve öl gibi lineer bir doğru üzerinde yaşamayı öven bir yapıda. Bunun sonucu olarak ta herkes yoldan çıkmadan, sağa sola bakmadan direkt olarak yaşıyor. Azıcık falso bile bu doğru üzerinden sapmayı ve dolayısıyla da sistem dışına itilmeyi beraberinde getirebilir.

Napıyor bu sistem insanlara? Tabii ki önce eğitiyor. Zekasına, yeteneğine göre bir eğitim veriyor. Sanıldığının aksine verilen bu eğitim gayet adil ve sistemin çıkarlarını optimize edecek şekilde.IQ su yüksek olanların geliri de bir miktar yüksek oluyor. Ama karşılığında ruhlarından oluyorlar. Ruhları ağzına kadar sistemin dışına çıkmanın ne tür felaketler getireceğine dair korku ile doldurulduğundan yaşam ile hayat arasında ki ilişkiyi kuramıyorlar ve neticede de yaşıyorlar ama zevk almıyorlar.

O kadar çok korkuyolar ki...

Mesela başarısız olmaktan korkuyorlar... Sonra yeterince şeylere sahip olamamaktan korkuyorlar... Milletin geri kalanının takdirini kazanamamaktan korkuyorlar...Çoluk çocuklarının kötü yola sapmasından korkuyorlar (ama kötü yolun ne olduğunu onlarda bilmiyor)...

Ama en çok ta sahip olduklarını kayıp etmekten korkuyorlar.......................

Herkes elindekinin kıymetini ve gerçek sahibini bileceğine bunların kendi hakkı olduğuna o kadar inanıyor ki, bu inançları sayesinde sisteme en büyük hizmeti ediyorlar.

Zeki ama akıllı olmayan bir güruh oluyor bu eğitilmiş kişiler. Sadece kendi faydalarını maksimize etmek için yaşayan ama günün sonunda faydasından çok, zararı maksimize olan bir fert çıkıyor karşımıza. İşte o kişi milletin yapıtaşı olan kişi.

Şimdiye kadar korkaklardan bahsettim zira, ancak zeki insanlar korkar. Peki korkmayanların hali ne? Onlar sisteme herhangi bir zararı ya da yararı olmayan bakiyeler. Yaşamlarının, haklarının hatta varlıklarının bir önemi yok. Zaten, eğitimleri de o kadar rekabetçi değil. Bunlar düşünmedikleri için acı da çekmiyorlar. Korkmadıkları için de sadece küçük ve gündelik çıkarlarının peşinden rahatça gidebiliyorlar. Yarın kavramı yok bu güruh için. Sayıları da bir hayli fazla olduğundan en güzel yönetim şeklinin de en yüksek manipilasyona imkan veren yönetim olması sistemin en makul bulduğu yöntem. Yani; Yaşasın demokrasi !

Nerden nereye geldim...Neyse zaten bu yazının bir sistem eleştirisi olmaması gerekiyordu. Olmadı da zaten ;)

3 Şubat 2010 Çarşamba

Allah'sız Yaşamak


Hayat ile yaşam arasında kavramsal bir fark buluyorum. Bana aynı şeyi çağrıştırmıyorlar. Hatta oturdum üşenmedim bir formül modelledim.


Hayat-Allah=Yaşam


Yaşam, sadece yaşamak. Hani doğmak, büyümek, YAŞAMAK ve ölmek zincirinin bir halkası olan amaliye. Biyolojik bir hadise. Yaşamı, anlamdıran ve hayat haline dönüştüren ise varlığın ve hayatın taa kendisi olan Allah. Allah ile yaşadığında hayatın oluyor fakat onsuz yaşadığındaysa sadece "yaşam"ın oluyor. Canlı cenaze tarzında bir yaşam. Belki biolojik fonsiyonların seni canlı statüsünde tutuyor ama ruh ile bedenin arasında ki kopukluk bir "hayat"a sahip olmanı engelliyor.

Maalesef, rutin yaşam pratikleri artık günümüzünden Allah'ı çıkartmayı öğütlüyor hatta kimi zaman buna zorluyor. Allah ki bize şah damarımızdan yakın olduğunu kendi beyanı ile söylemiyor mu? Biz nasıl oluyor da onsuzluğu kurguluyor ve yaşayabiliyoruz. Sadece başımızın sıkıştığı zamanlarda ve yine sadece ataerkil şekilde, hissetmeden ve bize öğretilen ritüeller şeklinde kendisine başvurduğumuz bir hale indirgiyoruz Allah'ı. Ama bu mudur Allah olan ilişkimizin ideal hali?

Halbuki; Allah ile yaşamak bize herhangi bir maddi fedakarlığa maal olmayacak bir biçim. Gerçi biz o kadar uzun süredir Allahsız yaşamaya alıştırıldık ki, artık ondan korkar olduk. Korktuğumuz ise (çarpık bir şekilde) bizi çarptıracağı söylenen azap değil, bizatihi Allah'ın yaşamımıza hakim olacağı korkusu. Netice itibari ile, yaşamımızı çevreleyen pratikler ve tüketim kalıpları o kadar yoğun ki yaşamımızda Allah'a yer kalmadı. Eğer ona yer açar ve hatta bir de yaşamımıza hakim kılarsak nelerden vazgeçmemiz gerekir kim bilir?

Meftunu olduğumuz huzur ve mutluluk ise Allah'sız ulaşabilecek şeyler değil. Zira, kalple ancak Allah'ı anmakla mutmain olur. Bana saçma gelen şey ise, sorsak herkes Allah'a inanıyor ama ona hayatında yer verenlerin oranı inananlarla aynı oranda değil. Bu durumda inandıkları gerçekten inanmaları gereken Allah mı?

Bunu eleştirecek merci ben değilim. Sahip olabildiğim itikadi ve teokratik bilgi bu tür sonuçlar çıkarabilecek kadar derin ve kapsamlı değil. Sadece kendi içinde tutarsız bir yaşam tarzına ve düşünce şekline itiraz ediyorum. Yoksa herkesin yaşamı kendine. Beni ne ilgilendirir...