26 Aralık 2011 Pazartesi

Hayatı Tribünden İzlemek


Herkesin dünya da geçirdiği zaman dilimi faklı uzunluklarda. Bu zamana yaşam diyoruz ve değişik zamanlarda bu dünyaya gelip gidiyoruz. Halbuki, gerçekten yaşamak nedir diye kaçımız düşünüyoruz acaba?

Ben, dünyaya gönderilme şartlarımın çok dışına çıkamadığımı ve bu şartları yeterince geliştiremediğime dair bir vehme sahibim. İçimdeki geleceğe dair duyduğum ümit her sene biraz daha azalıyor. Bana bahşedilenle yetinir hale gelmeye başladım. Gerçi, oldum olası yaşamı tribünden izleyen biri olmuşumdur. Sahaya inmek için sergilediğim birkaç cılız çabada da hüsran uğrayınca hemen vazgeçip tekrar tribündeki yerimi aldım.

Bana öngürülen gibi yaşamak aslında en kolayı. Risk almak ve istediğin neyse onun peşinden koşmak ise zor olan. Aslında benim çekindiğim peşinden koşarken çekeceğim sıkıntılar ve harcayacağım efor değil. Sonucunda uğrama ihtimalim olan hayal kırıklığı. 3 ihtimalli bir maçta, ben hep beraberliğe oynamayı tercih ediyorum. Halbuki kazanmak ya da kayıp etmek de oyunun parçası.

Etrafıma baktığımda herkesin birşeylerin peşinde koştuğunu ve çabaladığını görüyorum. Benim ise tek yaptığım öylesine yaşamak. Heyecanla elde etmek için gayret ettiğim bir amaç, nesne ya da herhangi birşey yok. Sadece, bana dokunmayan yılanın bin yaşaması için duacıyım o kadar. Hayat felsefem de bu tutumla uyuşmaya başladı. Azıcık aşım ağrısız başım triplerindeyim bu aralar.

Bir iddaya sahip olmak isterdim. Bu sayede yaşamın içine girip şartları zorlayıp fark yaratabilirdim sanıyorum ama yok işte. O heyecandan eser yok. O hep korktuğum öylesine yaşayanlardan olmama ramak kaldı.

Aslında,yaşamı hayata dönüştüren şeyin Allah ile kurulan ilişki olduğunu düşünüyorum. Biraz iyimser de olsa bu anlamda hayatım oldunuğuna da inanıyorum. Dünyaya gönderilme nedenimle barışık bir hayat pratiğini sahiplenmiş durumdayım. Zaman zaman tüm yaratılmışlarda olduğu gibi falsolarım oluyor bunu da itiraf etmem gerekir ama zaten kul olmak hata edip af dilemek değil mi? Zaten, beni hayatta tutan şey de sahip olduğum bu inanç.

6 Aralık 2011 Salı

Kamuya Açık Alanda Horlamak Yasaklansın


Son dönemlerde geyiksel içerikli postlarım depresif postlarım önüne geçti. Dişe dokunur konulardan ya da ruhi inişi çıkışlardan canım çok sıkıldığı için kendimi geyiğe vurdum daha doğrusu başıma gelen can sıkıcı şeyleri geyiksel modda yazmaya vurdum desem daha doğru.

Eskişehir denilen bu Anadolu'nun batıya açılan pencerisi olduğunu iddia eden şehre geleli İstanbul'a sık sık gitmemden kaynaklanan uzun yolculuklara katlanmak zorundayım. Bu yolculuklarda zamanı optimum kullanmak için gece olanları tercih ediyorum. Gerçi, geceyi yolda geçirince ertesi iş günü zombi modunda geçiyor ama yine de en makul özüm bu şimdilik.

Yalnız gece yolculuklarında uyuyan insan sayısının artması ile beraber horlayan insan sayısında da geometrik bir artış oluyor. Maalesef ben de horlayan insanlarla aynı ortamda uyuyamam asla. Hele otobüste uyumak zaten ayrı bir dertken yakınımda horlayan biri beni deli ediyor. Hatta bazıları defalarca dürttüğüm halde ayılmadan hala ısrarla horlamaya devam edebiliyorlar. Rezalet...

Geçenlerde ulusal turnuva için otel de kalmıştık ve takım arkadaşımla bir odayı paylaşmak zorunda kalmıştım. İnsan 8 saat hiç durmadan horlar mı ya? Bütün gece uykusuzluktan ve kabuslardan perişan olmuştum.

Bir de toplantılarda uyuyanlar var. Bunlar horladıklarında acayip komik olurlar. Gerçi ben de genelde toplantılarda uyurum ama nadiren ayık olduklarımda da horlayanları görünce gülmekten katılıyorum.

En kötüsü ise misafirliğe gelenlerin horlamasıdır. Bu insanlar misafir olmanın avantajı ile uyandırılmadan istedikleri gibi horlayabilirler. En son bayramda bize gelen misafirle aynı odada kalmıştım ama geceyi koridorda tamamladım. Uyandırmak ayıp olduğundan annem dürtmeme izin vermedi ben de tası tarağı yatağı yorganı alıp koridorda uyudum. Traji komik bir durumdu.

Şimdi horlama yasaklansın dediğim için benim yasakçı cumhuriyet elitlerimden olduğum düşünülebilir ama hiç alakası yok. Sadece bu horlamanın da bir sınırı olsun ve özel hayatında horlasın insanlar.

27 Kasım 2011 Pazar

Ve Lig Başlar


Hayat da çok az şeyden zevk alan biriyim. Küçüklüğünden beri fen lisesi ve üniversite sınavlarına çalışmaktan adam gibi hobi geliştirme fırsatı bulamadım. Entellektüel konularla ilgili bazı alanlarda kendi çapımda gelişim kaydetmekle beraber bunlara da hobi denemez sanırım. Zaten, benim küçüklüğümde de bu tür okul dışı aktiviteler bir lüks olarak görünürdü.

Fakat, okul bittikten sonra bir zevkim oldu. Bu da briç. Hep gazetelerin pazar eklerinde satrançla beraber sorular olurdu ve ne olduğunu pek anlamazdım ama "bu briç nedir?" diye de merak ederdim. Birkaç yıl evvel bir yerde Briç Klübü yazan bir yer gördüm ve içeri giriverdim. İşletmecisi eski milli takım oyuncularından biri olan ve müstakbel hocam olacak kişi ile tanışmam bu vesile ile oldu.

O günden sonra işten vakit buldukça ders alarak bu işi öğrenmeye başladım. Sonrasında lisans çıkardım ve sık sık turnuvalarda oynamaya başladım. Bu yıl da briç ligi dün itibari ile başladı ve muhteşem bir girişle 3 maçımızı da kazanarak liderliği almış durumdayız.

Umarım işler bu şekilde gider de ulusal finallere gitmeye hak kazanırız. Gerçi en güçlü takım biz değiliz ama yine bir takımın parçası olmaktan ve tatlı bir heyecan yaşamaktan çok büyük keyif alıyorum. Kazanmak ya da kayıp etmekten çok daha önemli olan bu heyecanı yaşamak.

Hadi bakalım....

24 Kasım 2011 Perşembe

Gönüllü Kölelik



Bir anti kapitalist olarak anılarımı yazacak olsam sanırım kitabın kapağına bu resmi koyardım.

Ruhumu kemiren bu saçma sapan yaşam formuna olan isyanımı paylaşan birisi işi karikatürize etmiş ve ben de çok beğendim. İnsanların korkularını eğitim sistemi vasıtasıyla inşaa eden ve herkesi tek tipleştiren ya da tek tipleştiremediklerini ötekileştiren çok başarılı bir sistemin içinde yaşıyoruz. Alternatif yaşam formlarını yok eden ya da daha kötüsü de kendine benzeten bir egemen yaşam pratiği bu.

Mesai saati diye bir kavramı icat edip, herkesin kulağına herşeyin en iyisine layık olduğunu fısıldayan sistem, bunu yaparken moda ikonlarını, süper starları, sporcuları, -izm leri ve şu an aklıma gelmeyen hertürlü enstrümanı kullanıyor. Halbuki, neden herkes herşeyin en iyisine layık olsun ki? Allah herkese layığını verir zaten. En iyisini elde etmek için kural tanımaz bir hırs göstermek nedendir?

Ayrıca, neden şeylere yani materyallere bu kadar takılıp kalır olduk? Arkadaşlarınla 2 çift muhabbet etmenin keyfini dolce&gabbana'dan alınabilecek bir çanta için ekstradan 200 saat daha çalışmak alması nedendir? Ray-ban gözlük takan adama gösterilen itibar neden 5 dil bilen fikir üreten, insan yetiştiren birine gösterilmez.

Tükettiğin kadar varsın ve sahip olduğun materyal kadar değerlisin. Peki, ölüm hayatımızda nerede? Ya bir avuç gururumuz da mı kalmadı? Hani vicdan? Ne pahasına olursa olsun sahip olma dürtümüz, insani keyfiyetlerin önüne geçeli ne kadar oldu acaba?

Kendini müslaman olarak tanımlayanlar dahi ekonmik güce ve iktidara giden yol olarak inancı kullanıyorlar. Halbuki, insanı insanlıktan çıkaran sisteme dokunan yok. Sistem yine kendine dönüştürüyor ve az kişi bunun farkında. Bunlara da meczup deniyor.

Hiç kimsenin aklına sosyal güvenlik sisteminin dışına çıkmak, kasko yaptırmamak, sigortadan uzak durmak gelmiyor. Ama bizatihi bu finansal araçlar sistemi ayakta tutup bizim hayatımızı esir alıyor. Evimizi, arabamızı, hayatımızı sigortalatmak için harcadığımız para için çalışmamız gerekiyor. Normalde ihtiyaç duyduğumuz yaşam için çalışmamızın üstüne ekstra mesailer harcamadan nasıl kendimizi güvende hissedebiliriz ki? Mazallah ya arabamızın başına birşey gelirse?

Tabii az sayıda asinin başında bir de mahalle baskısı var. Oku, iş bul, evlen, çocuk sahibi ol. Bunların herbirini yaparkende en çok para kazanacağın ve mahallenin hoşuna gidecek şekide davran. Ruhi kemalatına zaman ayırmayan çiğ insanlar olarak büyüyoruz ve gözümüz daha çok tüketme hırsı ile kurduğumuz ailelere de sahip olduğumuz çocuklara da huzur ve mutluluk getiremiyoruz.

İşin kötü tarafı bunları hep gönüllü yapıyoruz.

20 Kasım 2011 Pazar

Hala Ütü...


Bir reklam dönüyor bugünlerde. Kadınlara en sevmedikleri ev işini soruyorlar. Cevap da : Ütü.

Öncelikle, ütü sadece kadınların yaptığı bir iş değil. Keşke öyle olsaydı en çok ben mutlu olurdum. Bu sabah, kalkıp gömlek ütülemek zorunda kalınca reklam aklıma geldi ve hayatımdan ütü yaparken ziyan olan 7-8 dakikayı bu yazının iskeletini oluşturarak değerlendirmeye başladım.

Ben bu ütü olayını hayatım boyunca anlamamış biriyim. Hayata pragmatik bakmayı seviyorum. Bunun sonuncunda da fonksiyonelliği olmayan ürünler ve işler anlamsız geliyor. Gerçi ciddi miktarda estetik kaygım var ama bu kaygıyı zekice bir sadelik(smart chic diyorlar ama doğru mu tercüme ettim bilemedim) olarak görmek ve abartıdan gereksizlikten kaçınmaya gayret ediyorum.

Peki ütü ne işe yarıyor? Cevap: Hiçbir işe. Ama bazılarına göre ütülü giysi güzel görünüyor ve dolayısıyla estetik bir şey. Bana göre estetik getirisi çektiğin ameleliği karşılayacak kadar değil. Elbiseyi giydiğinde ütüsüz olunca seni örtmüyor mu? Ne yani...Bu ütü algısı da bize modernitenin attığı kazıklardan bence ama çok derinlere inmek istemiyorum.

Ütünün yararlı olduğu yegane kişiler bu ütüyü üreten firmalarda çalışanlar ile ütü-paket işçileri olsa gerek. Ne de olsa adamlara ekmek parası oluyor.

Tekrar reklama dönecek olursam, reklamın sonunda kadınlardan biri aynı soruya "hala ütü..." diyerek cevap veriyor. Başlı başına bir fiyasko.

NOT: Resimdeki ütü bizzat sahibi olduğum alettir. Kendisine emeklerinden dolayı bu vesile ile teşşekkür ederim.

15 Kasım 2011 Salı

Metroseksüel mi oldum ne?


Sözlerime başlamadan önce ağda çilesini çekmiş tüm kadınların önünde saygı ile eğilmek istiyorum. Gerçekten takdirimi kazandılar.

Gelelim bu girişin konumuzla alakasına...Hayat boyu tıraş olmaktan ve berberde yapılan geyiklerden nefret etmişimdir. Ama mecburen saçlarım papaz gibi olduğu dönemlerde berberleri ziyaret ediyorum. Bu ziyaretlerimden bir tanesini de geçtiğimiz gün gerçekleştirmiş bulunmaktayım.

Giriş, gelişme, sonuç itibari ile mutat bir ziyaretti aslında ama tam paramı ödemiş berberden çıkarken birinin yüzüne yeşil bir madde sürdüklerini gördüm. Gayri ihtiyari ne olduğunu sordum ve bunun ağda olduğunu söylediler. Malum yanaklarda jiletle alınmayan tüyleri temizlenmesi amacı ile yüze ağda yapıyorlarmış.

Adam zorla "gel abi sanada ağda süreyim" diyerek koltuğa oturttu ve bir kaç saniye içerisinde yanaklarım ağda ile kapladı. Ben ne olduğu konusunda herhangi bir fikrim olmayan bu nesnenin ne işe yarayacağını merak ederken bir anda tepeme gelip kelimenin tam anlamıyla caaaaart diye çekti ağdayı ve yanaklarım perişan halde tüylerle vedalaştı. Allah'ım bu nasıl bir acıdır.....Yeminle aklıma geldikçe hala gözlerimden yaş geliyor.

Bir anlık gafletim sonucunda metroseksüelliğe de adım atmış oldum ama bundan hiç memnun değilim. Ne de olsa delikanlı adam ağda yaptırmaz ...!

10 Kasım 2011 Perşembe

Karizmanızı Yerim


Hayatımda altından kalkmakta zorlandığım ve zaman zaman da ezildiğim zorluklarım var. Ama bu yazı zorlukların ne olduğu ve sıkıntılarımla ilgili değil. Zaten her insanın kendince bir imtihanı olduğundan dolayı bu konular oldukça da sıkıcı bence.

Benim anlatacağım konu sık sık itham edildiğim "ciddiyetsiz"liğimle ilgili. Bu aralar hayatı tiye almamla ilgili eleştirilere maruz kalıyorum. Sanki hiç derdim yok ya da kafaya birşey takmıyormuşum gibi geliyor insanlara. Bunun nedenine biraz kafa yorduğumda görüyorum ki insanlar ifşaatla çok meşguller. Sorunlarını ulu orta ifşa ederlerken ya da yüzleri 1 karış asık dolaşırken benim de onlar gibi olmam yönünde mahalle baskısına maruz kalıyorum. Onlar gibi olmayıncada yaftalanıyorum. Sanki, daha 30 yaşına gelmeden saçlarımın ağırmasını borçlu olduğum tecrübeleri değirmende elde etmişim gibi, bu tür triplere maruz kalıyorum.

Aslında çok basit 3 aşamalı hayat felsefem var: Dertlerimle kimseyi meşgul etmemek, (eğer elimden geliyorsa) derdi olanları bir nebze de olsa rahatlatmak ve gereksiz şeyleri kafaya takanları da dürtmek. İçimin kan ağladığı durumlarda dahi bunu ortam paylaştığım insanlara yansıtmamaya çalışıyorum. Maddi ya da manevi bir sorunu olanlara ise imkanlarım ve kapasitem dahilinde yardım ederim. Asıl uğraştığım cinsler ise hayatta bir tek kendileri sorunluymuş gibi bunu abartan ya da gerçekten sorunları olmadıkları halde sorunluymuş modunda olanlardır ve bunları itina ile dürterim, laf sokarım ya da mor ederim vs...

Diğer yandan ciddiyetsiz olarak algılanan tavırlarım ise sorunları mizahi yollarla değerlendirmemden kaynaklanıyor. Ah vah etmeden işi mizaha vurmak bence çok daha zor ve sadece zeki insanların yapabildiği birşey. İşi mizaha vurunca sanki ciddi biri olmadığın ya da sorumsuz biri olduğuma dair toplumda nereden geldiğini bilemediğin bir fikir mevcut. Sanırım bu da insanların karizmatik olmak için kasmaları ile alakalı. İnceleyebildiğim ve tanıyabildiğim kadarı ile insanların işleri ve fikirleri ile değil de duruşları ile etkili olabildikleri toplumlar genelde doğu toplumları oluyor. Bizde doğulu olduğumuzdan normal olmalı bu tavır bize.

Etrafta o kadar çok ağır abi var ki şiddetle onlardan biri olmayı reddediyorum. Maalesef, prim yapan şey bu şekilde ağır takılmak. Ağır ol da molla desinler durumları yani...Halbuki bu tiplerin ciğerlerini biliyorum. Aslında hayata söyleyecek sözleri olmayan kişilerin kendi yetersizliklerini sessizlikle gizleme gayretlerinden başka birşey değil.

Beni yakından tanımaya başlayan herkesi şaşırtan bir durumum var. İnsanlar bu kadar gayri ciddi gördükleri birinden derinlemesine analiz duymaya çok şaşırıyorlar. Dediğim ve mantıklarına yatmayan hiçbirşey hemen hemen olmaması ise onları daha da şaşırtıyor. Fakat acı gerçek şu ki; ancak yakından tanışabildiğim kişilerde bu denli bir saygıyı uyandırabiliyorum. Benim zerrem kadar entellektüel kalitesi olmayan, hayat tecrübesi sınırlı şahısların sırf ağır abi olmalarından dolayı en azından ilk etapta saygı görmeleri beni deli ediyor.

Ağır abilerin o pek ağır karizmalarını bitirmekten aldığım zevk, bu kişilerin bana gıcık ve hatta düşman olmalarına neden oluyor tabiiki. Ama bir yerde uzun süre ortam paylaşıp, bir iş yapıp da bana karizma taslayacak çok az insan oldu ve ben de bu az insanlara yaşları benden küçük bile olsalar üstat gözü ile bakabilmişimdir. Çoğuna hocam gibi de muamele ederim. Yeterki, çaplarını gereksiz karizma tripleri ile olduğundan geniş göstermeye çalışmasınlar.

Yerim ben o tiplerin karizmalarını...

8 Kasım 2011 Salı

Sanırım PS3 Alıcam


Bayram dolayısıyla bazı eski arkadaşları görme fırsatı elde etmek benim için çok zevkli konulardan biridir. Tabii bu arkadaşlarımın çoğu da benimle birlikte ortak bir zaafa sahipler. PC oyunları..........

Hayatımda strateji oyunlarına ayırdığım zamanı çince öğrenmeye harcasaydım, çinlilere çince öğretiyor olabilirdim. Bu konu da o kadar zayıfım ki, yıllardır oyun almıyorum zira aldım mı başından kalkmadan beynim ambele olana kadar başında kalıyorum. Futbol menejarlik, ekonomi, medeniyet, askeri her türlü strateji oyununda master class seviyedeydim. İş güç araya girince artık sadece briç konusunu hobileştirdim.

Bununla beraber eski arkadaşımla bayram için buluştuğumuzda içimdeki şeytanı dürten bir olay cereyan etti. PS3, pro evoluation soccer turnuvası için organizasyon varmış ve gece bir arkadaşın evine davetliydik. Evli olan evsahibimiz eşini annesine yollayarak evi kadından arındırdıktan sonra tamamen erkek egemen bir ortamda 12 saat sürecek maratona başladık. Sonuç: joy pad tuttmaktan dolayı nasırlaşan bir sol parmak ile ağrıyan 2 elim.

Aslında ben strateji haricindeki oyunları pek beceremiyorum. Araba yarışlarını, spor oyunlarını ya da first person shooter oyunlarının mutlak sonunculuk adayıyım ama bu beni oynamaktan alı koyamıyor. Ne de olsa önemli olan yarışmak.

3 yıl aradan sonra PES oynayınca ilk turnuva da 6 maçta 1 puan alabildim ama 2. turnuva da başarılı bir oyunla son maça kadar şampiyonluk iddiam sürdü. Yalnız bütün gece oyun oynadıktan sonra eve pert halde geldim ve sanırım bu şeyler için artık yaşlıyım.

Çok eğlenceli bir geceydi ve benim için rutine ciddi bir renk kattı. Yılar var ki arkadaşlarımla sabahlamamıştım ve biraz da nostaljik oldu. Acaba diyorum bende mi PS3 alsam???

31 Ekim 2011 Pazartesi

Soğuk, çooook Soğuk


Ben hayatını İstanbul'un fazla sıcaklık farkı olmayan günleri ile nemli havasında geçirmiş biri olarak, Eskişehir'de büyük bir tramva yaşıyorum. Bu sabah itibari ile -1 dereceydi sıcaklık.

Arabamın camı günlerdir buz tutuyor ve artık alışmaya başladım. Daha önce hiç camı buz tutan arabam olmamıştı. Hayatıma renk geldi resmen.

Sabahları - (eksi) olan sıcaklık öğlenleri 15 dereceleri buluyor. İçimden sadece yuuuuuhh diyorum. Tam buzlarım çözüldü derken akşamları tekrar ve hızlı şekilde hava soğumaya başlıyor. Evimin oturma odası kuzey cepheye baktığından da bir türlü ısınmıyor. Bugün gidip bir ufo alıcam.

Ama daha fazla buralarda takılacağımı düşünmüyorum açıkçası. Kısa süre içerisinde alternatif arayışına girebilirim. Her ne kadar burayı seviyorsam da bu şartları beni fena halde bozuyor.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Ölçü


Hayata ölçüleri olan biri gibi bakabilmek çok ayırt edici özellikdir. Çok az insanda olan bu özelliği büyük ölçüde ailenizden devralırsınız. Eğer bu bir miras olarak ailenizden size kalmazsa ve eğer şanslıysanız sonradan tanışacağınız insanlar sayesinde hayat bakışınıza bir ölçü getirebilirsiniz. Ölçülü insanların ayırt edici olması ile paralel olarak çok az kişi hayata bir ölçü ile bakabilir ve daha da az insan yaşama yeni ölçüler sunabilir. Bir iddiası olan ya da hali hazırda bir iddiayı sahiplenmiş insanlarda daha çok rastlanan ölçülülük hali sayesinde insanlar ölümsüzlüğe kanat çırpar ve unutulmanın pençesinden kurtulur. Milyon $ ve üstü servete sahip onbinler varken bunlardan birçoğu tanınmaz ya da öldükten sonra hemen unutuluverirler. Halbuki, bu tür bir servete sahip insanlar için ne hüzünlü bir sondur. Bence bu nedenle olağan dışı servete sahip insanlar vakıf, dernek, imaret kurarlar ki bu tür çabalar genellikle beyhude neticelenir ve ölçüsü duruşu ve davranışları ile hayata şekil verenlerle boy ölçüşemezler.

Bana gelecek olursak, ben çok değerli ama aynı ölçüde de sırdan ailesi olan biriyim. Ailem ancak hayatta kalmak için gerekli şeyleri yapabilecek kadar yaşayan kişilerden oluşuyor ve onlardan bana ölçüleri belli bir hayat pratiği sunmalarını beklemek çok talepkar olacaktı.

Şans eseri olarak da doğru insanlarla tanıştığımı sanmıyorum ki bir ölçüsü ve değer yargıları olan insan olarak kendimi geliştirebileyim. Gerçi Allah hiç bir zaman karşıma kötü insanları çıkartmadı ve buna ne kadar şükretsem azdır ama olgunlaşmama yardım edecek, bana hayatın sorunlarına dair çözümlerde kullanabileceğim ölçüleri öğretebilecek, kutsal kitapla aramdaki mesafeyi kısaltacak ve dik duruşlu olmama katkı sağlayabilecek biri ile de karşılaşmadım maalesef.

Herkes gibi yaşayamıyorum, inandığım gibi de yaşayacak ölçülerden mahrumum yani tam bir araf durumu benimkisi. Rol model eksikliğini o kadar derinden hissediyorum ki, telefon rehberimde arayıp fikir alabilecek derecede saygı duyduğum tek bir kişi bile yok. Bu da beni serseri bir depresyona hapsediyor. Bol boool düşündüğüm için bir çok soruna cevap bulabiliyorum. Çok şükür ki imanın ışığı ile aydınlandım ve bununla ilgili referans bulma konusunda sorun yok. Yine de derin bir melankoli ruhumu kemiriyor. Ölçüsüzlükten kaynaklandığını bildiğim bir durum bu aslında. Ayağım kayıp yalpaladığımda "hooop" diyecek birine ihtiyacımda bundan dolayı.

Ruhumdaki ölçüsüzlük, sınır tanımaz bir anarşistliği ya da dengesiz bir umursamazlığı bir birinin içine geçmiş sarmallar halinde tekrar eder durumda. Bir nebze ölçü için en büyük engel ise çok önceleri üstesinden gelmem gereken ama erken tedavi edilmeyen EGO sorunum.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Kültürel Tramva


Bir tür kültürel tramva yaşıyorum. İnandığım değerler, fıtratım, nefsim ve sosyal hayatımın pratikleri arasında dayanılması imkansız bir mücadele var. Her gece yatarken kendime verdiğim sözleri kahvaltı yaparken unutuyorum, öğlenin nasıl olduğunu anlamıyorum, akşamlar ise her zamankinden daha hızlı oluyor. Bu durumda olanın sadece ben olmadığımı görmek ise içimdeki acıyı arttırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Bütün insanlar köyden indim şehire modu ile çiğliklerini maddi refahla maskelemeye çalışıyorlar. Çiğlik o kadar yüksek boyutta ki maddi refah ne kadar artarsa artsın bunu örtmeye yetmiyor. Tüketim çılgınlığı ile birlikte derinden bir sarsıntı geçiren kültür ise can çekişiyor.

Can çekişen kültür için benim gibi bir avuç aciz azınlık sessiz gözyaşları dökerken birkaç babayiğit don kişot vari mücadelede bulunuyor ama oluşan selin büyüklüğü ve hızına karşı koyabilmek mümkün değil. "Kroyum ama para bende" modunda insanlar ortalıkta fink atıyorlar. Gelirleri az olsa bile olduklarından daha iyi görünme gayretindeler bu da durumu traji komik hale getiriyor.

Sürekli olarak tükettiğin kadar değerli olduğunu hatırlatan televizyonun ise bu yozlaşmada katalizör görevi gördüğüne de değinmem gerek. Biz, refah seviyemiz artışını destekleyecek kültürü ve bu kültürün ürünleri üretmedikçe televizyon ile birlikte başka kültürlerin öğelerini ithal eder durumdayız. Bu da bizi sadece kro yapıyor o kadar.

Midemi bulandıran bu döngüye küfürler etmeme rağmen ben de çok dışında değilim aslında. Romantik bir isyan duyuyorum ama o kadar. Pratikte bu yozlaşma tam da göbeğindeyim. Benim için sorun ise bunun farkında olduğum halde dışına çıkabilecek cesaret ve irade de olamamam.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Gamsız mı Yetenek li mi?


Ya hiç birşey yapmak istemeyecek kadar gamsız, ya da her istediğimi yapabilecek kadar yetenekli olabilseydim daha ne isterdim.

3 Ekim 2011 Pazartesi

Ve Kış Gelir...


Hiç de özlenmese de geleceği olan kış, beklendiği üzere yine geldi. Bir kışın geldiğini anlamak için göstergeleri izah edecek olan bu yazı tamemen öznel bir yaklaşımla ele alınmıştır. Rasyonel bağlantılar ve analitik yaklaşımlara aşağıdaki satırlarda pek rastlayamayacak olmanız tamamen yazarın suçudur.

Eğer,

* Sabahları kalktığında dışarıya montsuz çıkamıyorsan,
* Evde artık şortla dolaşmak mümkün değilse,
* Duşunu çoook sıcak suyla alıyorsan,
* Canın sıcak içecekleri daha bir şehvetle çekiyorsa,
* Her daim yağmur veya yağmur riski mevcutsa,
* Geceleri üzerine battaniye almadan uyuyamıyorsan,
* Daha çok tuvalate gidip hiç terlemiyorsan,
* Dışarıdan kapalı ortamlara girdiğinde gözlüklerin buharlanmaya başladıysa,
* Doğalgaz faturaların 3 haneye doğru ilerliyorsa,
ve en önemlisi de hava her zaman kasvetli ve sen de uyumaktan başka birşey düşünemiyorsan,

EVET kış gelmiş demektir.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Yolculuk


Benim yolculuklarla hep inişli çıkışlı bir ilişkim olmuştur. Çoğu zaman yaptığım yolculuklar beni istemediğim ama isteseydim bile hayal edemeyeceğim kadar güzel yerlere götürüp güzel insanlarla tanıştırmıştır. Ama az sayıda yolculuk da ızdırap ve fiziksel yıpranma ile beni canımdan bezdirmiştir.

Yaptığım tüm yolculuklarda ise beni en çok eğlendiren hiçbir zaman gittiğim yerler olmamış daha çoğunlukla bizzatihi yolculuğun kendisi olmuştur. Yolculuk etmek, bir yere varmaktan,bir yerde bulunmaktan ya da bir yerden ayrılmaktan her zaman daha ilginçtir bence.

Yolculuk planları yapılır, beklentiler inşaa edilir, biletler araştırılır ve yolculuk günü gelir. Bütün tatillerin, gidişleri ve gelişlerin en kral günü yolculuk
günleridir. Tabii zaman zamanda en hüzünlü günleri. Duruma göre...

Yolculuklardan en güzeli hiç gitmediğin bir yere gitmektir. Mümkünse yeni ülkeler görmektir. Bir yolculuk ne kadar ani gelişir, ne kadar plansız olursa o derece muhteşemdir. Seni ineceğin yerde karşılayacak kişi olmadan tırnaklarınla kazıya kazıya, ayaklarına karasular inene kadar bir yeri keşfetmek benim için inanılmaz bir heyecan, korku ve ilginç bir şekilde de zevktir.

Yolculukların en süpriz ve tadmaya değer yanı yolculuk arkadaşlarıdır. Bazen, havaalanında, bazen tren garında bazen de otobüste yan koltukta oturan kişi ile yapılan sohbetler paha biçilmez bilgileri, hayat kurtaracak ip uçlarını ve bir sürü gereksiz ama eğlenceli anektodu içerir.

Etrafta herkes gitmek ister, gezmek ister ama bunu yapan çok az kişiden biri olmuşumdur. Yolculuklarla ilgili muhafazakar insanlardan hiç haz etmem. Gittikleri yerleri ballandırarak anlatan ama yaptığı yolculuğun kendisine birşey katmadığını gördüğüm insanlarla muhattap olmak sadece onlara acımamdan dolayıdır. Kesinlik ciddiye de almam. Yolculuk yapılacaksa ruhuna, karakterine ve hayata bakışına bir değer katmalıdır. Gittiğin mekanları ve yolculuğun kendisini tüketmeden tam tersine hissederek yaşanmalıdır. Güzel bir yemeği hapur hupur mideye indirerek değil de yavaş yavaş her lokmanın tadına vararak yemek nasıl gerekliyse bir yolculuk da böyle olmalıdır. Her anını hafızana kazımalı ve anından keyif almalısındır.

Bazen, yolculuklarda yolunu kayıp edersin. Bazen yanlış otobüse binersin. Bazen taksici seni kazıklar. Bazen bir dönüşü kaçırdığından km lerce yolda araba sürersin ama aksiliklerde yolculuk parçasıdır. Nasıl ki insanların kötü özellikleri de iyi özellikleri ile beraberdir ve biz etrafımızdaki insanları kötü özelliklerine rağmen severiz, aynı onun gibi yolculukları da bu yönleri ile kabullenmeliyiz.

Bazı yolculukları diğerlerinden ayıransa kimle o yolculuğu yaptığındır. Harika olma potansiyeli olan bir yolculuk yanında hiç çekilmeyen biri ile işkenceye dönüşebileceği gibi, felaket bir yolculuk çok iyi bir yoldaş ile muhteşem anılara sahip olabileceğin bir tecrübeye dönüşebilir.

Ve en önemlisi, sağlığın yerindeyken paranın yettiği ölçüde ve hatta şartlarını da zorlayarak bol bol yol almalısın. Ertelemeden ya da etrafın tarafından gereksiz görüldüğünde bile yol almaya devam etmek seni orta vadede kalabalıklardan farklı kılacak yegane şeydir. Zira, edineceğin anılar herhangi bir maddi ölçü birimi ile fiyatlandıralamaz yani paha biçilemezlerdir. 60-70 yıl yaşadığında bir sürü hastalığın nedeni ile sahip olduğun paranın sana bir faydası yokken gece gözlerini kapatmadan önce anılarınla geçireceğin birkaç dakika bence bu hayattaki en değerli varlığın olacaktır.

20 Eylül 2011 Salı

Haydi Okula



Bizi sisteme adapte edip korkularımızı tamamen inşaa edene ve başarısız olma korkusu ile yaşamaya başlayana kadar eğitim şart.Haydi okula!

Not: Sistem bende istediğini aldı. Darısı mini 1'ler,taptatlı 2'ler ve onların şahsında hepimizin başına inşallah.

17 Eylül 2011 Cumartesi

Pasta Kokusu


Tam hatırlamıyorum daha önce yemeklerle ilgili alışkanlıklarımdan bahsettim mi ama şimdi benim için çok özel bir kokudan bahsedicem. Pasta kokusu!

Bu gün briç turnuvasından sonra eve dönerken küçük bir dükkanın önünden geçiyordum. Muhteşem bir koku buram buram dışarıya sızarken ben de dayanamayıp içeri girdim. Burası bir pastaneydi. Ama ilginç bir yerdi açıkçası. 80'lerden kalma pastanelere benziyordu. Tabii ben İstanbul'da doğup büyüdüğümden bu tür yerlere Anadolu'da rastlayınca zaman tüneline girmiş gibi hissediyorum kendimi. İnanılmaz yerler var bu şehirlerde ama konumuz bu değil :)

Ben oldum olası pasta börek vb hamur işlerini çok severim. Bu yiyeceklerle ilgili olarak sadece tatları değil pişerken çıkarttıkları mis kokulara da bayılırım. Pasta börek yapıldığı günlerde bizim evde çifte ziyafet vardır: Hem tat hem de koku açısından. Bugün de bahsettiğim salaş pastanenin önünden geçerken sanki annemin evde pişirdiği böreklerin kokusunu hissettim. Sırf bu koku yüzünden gidip elmalı pasta ile havuçlu kek aldım. Aslında hiç de aç değilim ama kokusu o kadar güzeldi ki dayanamadım.

Pasta deyince ben kuru pastları seviyorum. Çayın yanında süper gidiyorlar. En favorimse tartışmasız elmalı pasta. Ama havuçlu keki neden aldım hiçbir fikrim yok :)Artık onu da kahvaltıya inşallah...

13 Eylül 2011 Salı

Samimiyete Meftun Olmak


Fiziki bünyemizin ihtiyaçlarını yemek içmek suretiyle karşılıyoruz fakat ruhumuzun ihtiyaçlarını aynı oranda karşıladığımızı söylemek pek mümkün değil. Çoğul cümleler kuruyorum zira benim de içinde bulunduğum modernlik sonrası dönemde yaşayan, yeni şehirleşen ve tüketim kalıpları itibari ile kapitalist olan insanların ortak sorununun ruhlarını aç bırakmak olduğunu düşünüyorum.

Yine fiziki bünye üzerinden bir benzetme yapacak olursam, yetersiz beslenme sonucunda insanların bünyelerinde çeşitli sorunlar çıkar. Demir eksikliği, vitamin eksiliği, protein eksikliği vb. Ruhi ihtiyaçların da eksiklikleri böyle bir sistematiğe alınacak olursa sevgi eksikliği, güven eksikliği, inanç eksikliği vb. olarak nitelenebilir.

Ben kendime buna benzer yarı materyalist bir analiz yaptığımda görüyorum ki ruhumun en çok samimiyete ihtiyacı var. Birilerine kayıtsız şartsız samimiyet hissetmek istiyorum. Herşeyi anlatabilmek, hakkında ne düşünüyorsam rahatça ve kırma korkusu olmadan söyleyebilmek, canım her istediğinde saate bakmadan arayabilmek, ortak zevklerimize göre birşeyler yapabilmek vs...

Halbuki, çok zor birşey istiyorum. Herkes ve tabii ben de çok meşgulüz.Birilerini tanımaya ayıracak hele de samimiyeti ilerletecek kadar vaktimiz kesinlikle yok. Samimiyetin olmadığı ortamda da en azından benim için güven mefhumu oluşmuyor. Medeniyetin gereği olarak minimum ölçüde insanlarla muhattap olup ortak alan olarak sadece kamusal alanları kullanarak bahsettiğim anlamda samimiyetin gelişmesi de mümkün değil zaten.

Peki, ruhumda inanılmaz derece de ihtiyaç duyduğum bu gıdayı nasıl alacağım? Aynı dünya görüşünü paylaştığım kişilerle dahi maddiyat işin içine girdiğinde, ya da karşı cinsle olan ilişkilerin çarpıklığından ya da makam mevki yüzünden bir şekilde yollarımız ayrı düşerken bu mümkün olabilecek mi?

İstediğim vıcık bir samimiyet değil. Kanka, canım, şekerim ... ile başlayan seslenme nidaları kuracak şekilde kalitesiz bir ilişki de istemiyorum. İstediğim kayıtsız şartsız bir gönül birlikteliği. Şeklen değil, gönülden samimiyet. Maskelerden arınmış, cinsiyetlerden arınmış, statülerden artınmış, maddiyattan arınmış bir samimiyet.

Yoksa, samimiyetle aramda bir aşk mı oluştu benim? Hani, kavuşamayanların aşkları artarmış ya ben de artık meftun mertebesinde miyim acaba?

12 Eylül 2011 Pazartesi

Büyük Nimet: Unutabilmek !


Hangi süper gücüm olsun isterdim?? Birkaç ay evveline kadar bu soruya süperzeka olmak ya da görünmez olmak diye cevap verirdim.

Şu an, sadece ve sadece unutmak istediklerini unutabilen biri olmayı istiyorum. Neler unutmak istediklerimi buraya yazmak ise kendi için de tutarsız bir davranış olacaktır muhakkak. Unutmak istediğin şeyleri listeleyerek yazıya geçmek tam bir ironi olurdu değil mi?

7 Eylül 2011 Çarşamba

Rocky Gibi Olmak


Bir film serisi vardı: ROCKY. Bir boksörün hayatını anlatan sylvester stallone'un oynadığı ve çocukluğumun en popüler yapımlarındandı. O zamanlar sadece dövüş sahneleri ile yumruk atınca etrafa yayılan kan ve ter görüntüleri için izlerdim. Fakat, geçenlerde tekrar izleyince daha önce pek ehemmiyet vermediğim bir yönünü gördüm Rocky efendinin.

Şimdiye kadar yazdığım bir çok konuda hoşlanmadığım insanları betimleyip onları eleştirmişim. Bu sefer değişiklik olsun ve özendiğim insan tipini betimleyeyim istedim. Rocky bana bu konuda ilham verdi. Şöyle ki; adam her film en az bir kere eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyor. Ağzı burnu dağılıyor ama kalkıyor pes etmeden tekrar dövüşüyor. Sonunda da her zaman kazanıyor.

Burada işin kazanma kısmından ziyade adamın her dayaktan sonra tekrar ayağa kalmasını çok ilginç ve takdire şayan buluyorum. Bende neredeyse hiç olmayan bir özellik. Birşey istediğim gibi olmadığında darma duman oluyorum ve bir daha canım o şeyi yapmak istemiyor. Halbuki hayat hiç kimse için herşeyi 4-4'lük sunmuyor. Başarılı bir insanla ile diğerleri arasındaki farkı aslında yediği her dayaktan sonra ne kadar çabuk ve az hasarla yerden kaltığı beliryor. Çoğumuzun sandığı gibi, para, zeka ya da güzellik bu bahsettiğim irade olmadan herhangi bir değer ifade etmiyor.

Asıl insanı güçlü kılan yumruk karşısında sendelese ve hatta yıkılsa bile küllerinden doğması. Etrafımda bu tür insanları görünce ciddi bir saygı ve hatta kimi zaman da hayranlık duyuyorum. Ben ise bir kez yumruğu yedim ve yıllarımı kayıp ettim. Bu devletin eğitim sisteminin demir yumruğu beni knock-out etti. Halbuki, ilerleyen yıllarda gördüğüm üzere orada kalkıp ringe dönebilseydim maçı kayıp etmeyebilirdim. Daha da kötüsü 2. kez yumruk yememek için hayata dair iddialarımdan da birer birer vazgeçtim. Acayip korkakça bir davranış aslında. Gülün dikeni eline batacak diye gülü koklamamak gibi birşey. (Bu metofor bana ait değil)

Yılmadan istediklerinin peşinden gidebilen insanlar bence bu hayattaki en güçlü insanlar. Hayata sivil iteatsizlik gösteren tipler bunlar. Asi değiller. Emo da değiller. Sadece istedikleri şeyleri gerçekten istiyorlar ve yüreklerini ortaya koyabiliyorlar. Herkesin etrafında az sayıda da olsa bulunduklarını düşünüyorum. Bazılarımızın iş hayatında, bazılarımızın okul, bazılarımızın ise aile etrafında bu kişiler mevcut olmalı ve eğer mevcutsa mutlaka bunları yakından izlemek gerekir. Bana en çok ibret veren ve kendilerinden birşeyler öğrendiğim kişilerdir. Yaşları ne olursa olsun hepsinin önünde saygı ile eğiliyorum.

Tabii burada ki hassas ayrım, iradesi güçlü, yılmaz insanlarla etrafını yakıp yıkan kırıcı ve hırslı tiplerin arasında ki ayrımı yapabilmek. İradesi güçlü insanlar ne kadar takdir edilesi ise hırslı tipler de bir o kadar itici ve zararlılar. Hiç hazzetmediğim tiplerdir kendileri. Ama konumuz iyi örnekler olduğundan onları uzun uzun betimlemeyeceğim.

Sadete dönecek olursam, ben de büyüyünce bu tür güçlü bir tip olmak istiyorum. Hayatın karşımıza çıkardıklarından bize imtihan olan birşey olduğunda ve terslik çıktığında "küstüm oynamıyorum" demek yerine, "bu maçı kayıp ettik ama önümüzdeki maçlara bakıcaz" diyebilmek beni çok rahatlatırdı eminim.

5 Eylül 2011 Pazartesi

Evim, Evim, Güzel Evim


Tatil bitti ve ben tekrar sahalardayım. Şu an itibari ile henüz tatil modundan çıkarak işe adaptasyonunu sağlamış değilim ve hala 50 (yazı ile: Elli) e-posta okunmayı bekliyor. Hadi okuduk diyelim bir sürü de yapacak şey çıkacak okuduktan sonra. En iyisi okumamak bir süre daha. Deve kuşu gibi kafamı kuma gömeyim bari.

İçimde ki çalışma şevki neredeyse tamamen sırra kadem basmış durumda. Tatil dönüşü daha bir iştiyak olur diye ümit etmiştim ama nerdeeeee. Sanırım ben o çalışmak için doğanlardan değilim. Tembellik mi bunun adı? Tam olarak değil galiba. Bu başka birşey resmen. Tembelliğin çok ileri bir formu olsa gerek.

Herneyse, hayat tekrar ramazan öncesi rutinine gönüyor galiba ve ben beni heyecanladıracak birşeylerin beklentisi ile tekrar birbirine benzer günleri yaşamaya devam edeceğim.

Tatilde ciddi bir karar alarak daha az depresif olmaya çalışacağıma dair kendime söz vermiştim ama akşam eve gelip yalnız kalınca elimde olmadan depresyonum tetiklendi. Yine de mücadelemi vericem. Canım istemiyor diye mecbur olduğum şeyleri ertelemeyerek ve bir hobi bularak ilk evreyi atlatmayı hayal ediyorum.

Vira Bismillah...

30 Ağustos 2011 Salı

Hayal mi Görüyorum ? !


Çocukluğumdan beri can sıkıcı konulara ilgi duyan biri olmuşumdur. (Tabii can sıkıcı tanımını tv haricinde herhangi bir zevki olmayan yurdumun ortalama insan zevklerine göre yapıyorum ki o yurdum insanı tv de de paparazzi, var mısın yok musun, erman toroğlu vb. kalitede programlar izlediğini unutmamak gerekiyor).

Tarih, politika, ekonomi ve sonrasında da sosyoloji benim zevk aldığım alanlardı... Durum böyle olunca ülkenin, bölgenin ya da dünyanın gündeminin takipçisi olurdum. Takipçiliği ise gündelik değil, geçmişten geleceğe bir süreç çerçevesinde yapmaya çalışmış ve bunu sevmişimdir.

Ama o kadar kısır ve çapsız tartışmaları izlemek zorunda kalıyordum ki bir ideolojimin olmasını engelleyen bir lise dönemi yaşamak zorunda kaldım. Darbe nesli olmak böyle birşeydi. Büyük şeyler söylen yazarlar, şairler, politacılar, bürokratlar ya da sanatçılar ben büyürken ortalarda yoktu. Tabii ben bunların eksikliğini lisedeyken değil de üniversite de ingilizce öğrendikten sonra farkettim. Hala izlemeye devam ettiğim başta The Economist olmak üzere diğer uluslarası yayınları okuyup anlamaya başladıktan sonra bizim konuştuklarımızla dünyanın gündemi arasında neredeyse hiç alaka yoktu. Biz misak-i milli diye ne olduğunu hala tam anlamadığım bir sınırda yaşayıp buna göre gündemi olan bir ülkeydik.

Büyük hayal kırıklığım işte bu dönemde başladı. Ama diğer yönden de bambaşka bir hayalim aynı dönemlerde yeşermeye başladı: Benim ülkem de bir gün dünyanın saygı duyduğu bir ülke olabilecek miydi?

Bir gün sabah kalktığımda rüya görüyorum sandım. Bu ülkenin bir takımı Avrupa şampiyonu olmuştu. Çok kısa süre sonra tüm çocukluğumun efsane kelimesi olan enflasyonun ülke gündeminden düştüğünü görecektim ve tek haneli enflasyon rakamlarına şahit olacaktım. İhracatın 100+ milyar dolar olabileceğini hayallerimde bile görmediğimi ise itiraf etmem lazım. Ya komşular? Savaşın eşiğine geldiğimiz binyıllık komşularımızla artık sınırları kaldırıyorduk. Ohhh bee...

Bunların hepsine bir şekilde alışmışken bu ülkenin önünü tıkayan en önemli sorunun ne zaman masaya yatırılacağını beklemeye başladım: Tam bir geri kalmışlık göstergesi olan "askeri vesayet".

Onu da görmek bugüne nasipmiş. Cumhurunbaşkanın gerçekten cumhuru temsile başladığını bugün 30 Ağustos resepsiyonunu kabul ederken gördüm. Ordunun baş komutanı olması gereken gibi temsilin gereğini yapıyordu. 1997'de post modern darbe görmüş 1980'de ki darbe ile büyümüş biri olarak bu mutlu sonla biten bir romantik film gibiydi.

Tek korkum ise bunların bir rüya ya da hayal olması. Olmaz di mi? Ne olur olmasın !!

25 Ağustos 2011 Perşembe

Bence Erkekler de Ağlamalı


Bizim toplumun triplerinden biri de "erkekler ağlamaz" olayıdır. Küçüklüğümden beri neden erkeklerin ağlamaması gerektiğine dair mantıklı açıklama ararım. Henüz bulamadım.

Ağlamak gerçekten insani bir ameliye bence. Hani homo sapiens vari insandan bahsetmiyorum. Derinliği, ruhu olan ve tüm alemlerle ilişki kurabilecek potansiyel bahşedilen insandan bahsadeyorum. Erkekler ağlamaz diyen zihniyet hiç acaba göz yaşı dökmüş mü? Yararları hakkında fikri var mı?

Ruhun yaralarını sarmak için insanın gözyaşı dökmesi lazım. Bir merhem etkisi yapar. İnsana vicdanı olduğunu hatırlatan en önemli fiildir ağlamak. Kalbi yumuşatır, hayatın dinamiklerine dair anlayışımızı geliştirir. Ruhumuza dünya endişelerinin bindirdiği yükleri hafifletir. Daha sayamacağım kim bilir ne yaraları da vardır...

Peki, ben neden kendimi bu kadar yararlı olan bir şeyden mahrum edeyim? Sırf el alem beni ağlarken görmesin diye mi? Hadi ordan !

En üzüldüğüm şey el alemin beni ağlarken görmesi değil tam tersine yeterince ağlayamamak. Tövbe ederken kaç kere ağlayabiliyorum ki? Ya kalbini kırmaktan çekinmediğim insanların haklarını nasıl ödeyeceğime dair kaç gözyaşı dökebildim? Dünyada ki zulümleri düzeltebilmek için hiçbir şey yapmadan geçirdiğim günlerin kefaretini nasıl vereceğini düşünüp gözlerim doluyor mu? Daha önce de buna benzer bir yazı yazmışım ve bu vesile ile onu da hatırlamış oldum.

Keşke, herkes ağlayabilse. Bir kızın\erkeğin onu terkettiği için ya da kazanamadığımız bir dünyalık için döktüğümüz gözyaşlarını vicdanımızla muhasebe esnasında dökebilsek dünyanın nasıl bir yer olabileceğini düşünmek bile beni heyecanlandırıyor.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

3.On Yıla 4 Kala


Saçlarım beyazlıyor. Bunun mmoralimi bozmasının yanında sanırım hayatımın 3. onyılına girecek olmamın da moral bozukluğu içindeyim.

4 gün sonra 3. onyıl başlayacak. Geriye baktığımda hayatıma dair sadece sıradanlık gördüğümden dünyada geçirdiğim zamanın daha da uzaması sadece ruhumdaki kederi büyütüyor.

Hep dua ediyorum: "Allah'ım beni sıradan yapacaksan fazla uzun bir ömür verme". Eğer yaşadığın zamana, topluma ve ideallerine bir katkı yapamıyorsan boşuna yaşıyorsun demektir. Boşuna yaşamak ise kaynak israfıdır. Belki benim harcadığım kaynaklarla bir değer üretecek birinin önü açılabilir. Ben, yapamadığım herşeyin sorumluluğunu üstüme alıyorum. Bana verilen imkanlar yapmak istediklerimin önünde kesinlikle engel değillerdi. Sadece kendi iradesizliğim ve tembelliğimin sonucu bu noktadayım. Uzun bir süredir sadece zihnimi uyutarak ve nefsimin istediği şeyleri yaparak yaşamanın bedelini ödüyorum. Zaman zaman bir sarhoşun ayılması gibi vicdanımla başbaşa kalınca da feryadı basıyorum.

Şimdi insanlar yeni adet üzerine feysbukta doğum günümü kutlarlar yani belki kutlarlar... Sanki, doğmamın kimseye bir faydası varmış da kutlanılması gereken bir olaymış gibi. O kadar ironik bir durumki bu doğum günü hadisesi. Şu ana kadar sadece bana keder vermekten başka bir işe de yaramamıştır.

Geçen 2 onyılda yapamadığım şeyleri gelecek onyılda yapabilir miyim? Buna kafa yoruyorum ama büyük beklentilere girecek kadar ümit vaat eden bir durum maalesef yok. Tek çare tüm DNA'mı değiştirmek.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Hadi Şirinleyelim ...


Bugün Şirinler'in animasyon filmine gittim. Bugün gittim dediğime bakmamak lazım zira, 3 gündür filme gitmek için mükerrer teşebbüslerde bulundum. Ama bir türlü uygun saatlerde yer yokmuş.

3 günlük uğraşım bugün öğlen saatlerinde sonuç verince bugün şirinleme şansım da oldu. Ama bu yazı filmle uzaktan yakından alakalı değil. Yazıma konu olan şey, film salonundaki tek yetişkin erkeğin ben olması ile ilgili.

Hayatım boyunca çizgi film ve animasyonları sevmişimdir. Fırsat buldukça da izlerim. Genellikle de kötü emellerime kuzenlerimi alet ederim ve onları yanımda kamuflaj olarak götürürüm. Zira, sap gibi tek başına animasyona gitmek garip kaçabilir. Ama bu sefer bir türlü yer olmayınca çocukluğumun en güzel çizgi filmlerinden birini yalnız izlemek zorunda kaldım. Acayip bir olay oldu. Çocuklar matinesi gibi bir seans da çocuk kahkaları arasında ilginç bir tecrübe yaşamış oldum. Aslına bakarsan eğlenceliydi de.

Ama anlamadığım birşey var. 80'lerde çocuk olan ve Şirinleri sevdiklerinden emin olduğum hemcinslerim nerelerdeler? Karizmaları çizilmesin diye mi gitmiyorlar bu filme acaba? Valla karizması falan umrumda olmayan biri olarak gittiğime çok memnunum ve ilginç bir tecrübe yaşayarak günü eğlenceli hale getirdim. Yehhhuu...İyi ki şirinlemişim :)

16 Ağustos 2011 Salı

Nostalji


Yıllık izinlerimi hep en fazla 1 hafta olarak kullanabilmiş biriyim. Ama bu sene ilkkez 2 haftayı da hem de beraber şekilde kullanıyorum. Bu benim için oldukça yeni ve ilginç bir tecrübe.

İstanbul'a geldim ve direkt yatış modundayım. Mental olarak çok yorgun olmamın sonucunda da acayip çok uyuyorum ama diğer yandan da bir tür nostalji yaşıyorum. Üniversite yıllarımda, çalışmadığım yaz günlerinde de aynı böyle yatış ağırlıklı bir diyet uygulardım kendime. Bol bol yatış, bol pc oyunu ve bol miktarda arakadaşlarla geyik. Gerçi şimdilerde arkadaşlarla geyik azalıp sadece iftar organizasyonlarına indirgendi ama diğer ikisinde sınır tanımamaktayım.

Hep yalnız yaptığım şeylerden keyif alan ve canı sıkılmayan biri olmuşumdur. Bundan dolayı insanların tatilin hemen hemen tamamını evde geçirecek olmamı anlamamaları normal. Halbuki, benim için tatil ancak evde geçirilen zaman dilimin adı oluyor. Diğer tür tatillere gittiğimde bile kendime gelmek ve gerçekten dinlenmek için 2-3 günü yine evde geçirmem şart.

Dün gece ise geç saatlerde otururken pencereden içeriye giren hafif bir esinti oldu. Bu esinti neticesinde üniversite yıllarımın yazları ile ilişkiyi kuruverdim. Nostaljinin temasını da bu oluşturuyor. Sıcak gecelerde ne zaman tatlı bir esinti hissetsem ve o an pc başındaysam hep aklıma üniversite yılları geliyor. Daha doğrusu üniversite yıllarımın en güzel tarafı olan yaz tatilleri ve aylaklık zamanlarım. Hey gidi günler...O zamanlarda bir grup arkadaşımla beraber vampir vari bir hayatımız vardı. geceleri 4-5'e kadar ayakta kalıp sonra öğlene kadar uyuduğumuz bir yaşamdı bu. Yazları nerdeyse hiç gece uykusu almadan geçerdi. Aslında çok değişik birşey yapmazdık. Birisin evine gidilir, çay demlenir ya batak oynanır ya da OK. Akabinde de Türkiye'yi kurtarırdık. Çoğunlukla yapılan geyik bitmeden birçoğumuzu uzandığımız yerlerde sızardı.

O günlerden bugüne bayağı şeyler değişti belki ama hafızamda ki hoş anıları kaldı. Bugünlerde işte bir nebze de olsun o günleri hatırlıyorum.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Burçlar Karakter ve Davranışlarımızı Nasıl Etkiliyor?


Yeryüzüne ulaşan kozmik ışınlar beynimizle iletişime geçmekte böylece, ruh halimizi ve davranışlarımızı etkilemektedirler.

Bu yüzden insan doğduğunda dünya, hangi burç sisteminin etkisinde ise, o yıldız takımının yaydığı kozmik dalgalara maruz kalmaktadır. Aynı radyo, tv dalgaları gibi yeryüzüne ulaşan kozmik ışınların ruh halimizi ve davranışlarımızı etkiler.

Dr. Mehmet Yavuz
Nöroloji Uzmanı

Burçlar nedir?


Burç adını verdiğimiz sistem, Samanyolu galaksisi içerisinde bulunan, dairevi olarak dizilmiş 12 takımyıldızdan oluşmuştur. Her takımda 500 milyon ile 1 milyar arasında yıldız mevcuttur. Güneş, her sene, gökyüzünün yirmi sekiz yerine taksim edilmiş olan bu on iki burcun tamamından geçer, Ay ise her ay uğrar. Uçsuz bucaksız evreni anlayabilmek ya da teleskoplarla araştırabilmek şimdilik çok kısıtlıdır. En gelişmiş teleskopik araştırmalarla bile tüm evrenin ancak milyonda birini inceleyebilmekteyiz. Henüz ulaşamadığımız uzak evren bölgelerinde ne olduğunu bilmiyoruz. Ama bilim adamları kainatın yanı sıra başka boyutta paralel evrenlerden de söz etmektedirler.

Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz evren, sayısız katmanlardan oluşan yoğun bir enerji kütlesinden ibarettir. Bu yoğun enerji, evrene sürekli olarak değişik frekanslardan ve dizilimlerinden oluşan titreşimler yaymaktadır. İşte milyarlarca yıldız kümelerinden oluşan burç sistemlerinden Dünya’ya değişik dalga ve frekanslarda kozmik ışınlar gelmektedir.

Burçlar bizi nasıl etkiler?

Aynı burçtan olan kişilerin bir takım kişilik özelliklerinin ve karakterlerinin uyuşması, bu kişilerin yeni doğduklarında henüz korumasız olan kognitif beyin merkezlerinin aynı yıldız kümelerinden etkilenmesine bağlıdır. İnsanlar doğduklarında, beyin henüz tekamüle ulaşmamıştır ve dış etkenlere karşı son derece duyarlı durumdadır. Bu yüzden beyinin prefrontal korteks bölgesindeki ve limbik merkezlerdeki, davranışlarımızı düzenleyen hassas yapılar, doğumdan hemen sonra burç sistemlerinin etkisi altına girmektedir.

Burç sistemlerinden en çok etkilenen beyin bölgesi, duygu ve düşüncelerimize şekil veren ve psikosomatik davranışlarımızı belirleyen prefrontal korteksdir. Prefrontal korteksin; dikkatin sürdürülmesi, planlama, muhakeme etme ve ahlaki yargı, dürtü kontrolü, organizasyon, kişinin kendini izlemesi ve özeleştiri, etkin problem çözme yeteneği, eleştirel analitik düşünme yeteneği, ileriye yönelik düşünme yeteneği, deneyim ve hatalardan öğrenme, duyguları tanıma ve yaşayabilme, limbik sistemin kontrolü, empati ve kısa süreli bellek gibi görevleri de vardır. Bu özelliklerin hepsi kişiliğin gelişmesinde, karakterin şekillenmesinde rol oynar.

Özetle; prefrontal korteks, bütün sinir sistemi aktivitelerinden gelen bilgileri dikkatlice toplar, bütünleştirir, formülleştirir, uygular, denetler, değişiklikler yapar ve yargılar. Dolayısıyla düşünce oluşumundan başlayıp hareket organizasyonuna, sonrasında icra’ya geçen zincirde, çok önemli fonksiyon görür. İşte ağırlıklı olarak frontal ve prefrontal beyin korteksini etkileyen burç sistemleri, kişinin davranış disiplinine, olaylara karşı tutum ve tepkilerine, duygu durum yapısına, genel itibarla kişilik ve karakter özelliklerine damgasını vurmaktadır. Burçların bitiş ve başlangıç dönemlerinde doğan kişiler nispeten farklı sistemlerden etkilenmekte, böylece daha az spesifik burç özelliği taşıyan kişiler olabilmektedir. Bu nedenle ‘’her bireyin mutlaka burcunun özelliklerini göstermelidir’’ diye bir kural söz konusu değildir.

Yükselen burç da önemli…

İnsan hal ve davranışları üzerinde yükselen burcun da etkisi vardır. Yükselen burcun tespit edilebilmesi için doğduğunuz ay, gün ve yılı bilmenizin yanı sıra doğduğunuz saati ve doğum yerinizi de bilmeniz gerekiyor. Çünkü yükselen burç; doğduğunuz anda, doğduğunuz yere göre ufuk çizgisinde yükselmekte olan burç demektir.

Astroloji de güneş; canlılık kaynağı olup insana verdiği enerji ve hareketlilik ile bilinmektedir. Ay ise daha çok duygusal yapıyı ve hisleri etkiler.

Yıldızname nedir?

Eski alimlerin ‘’yıldızname’’ (halk arasında yıldız falı denmektedir) dedikleri durum, burçlar konusunda bilgili ve tecrübeli kişilerin yıldız kümelerinin hareketlenmelerine bakarak, insan davranışlarını tahmin edebilme yeteneğidir.” Astroloji(burçların insan hayatına olan etkilerini araştıran bilim dalı) de, güneş, canlılık kaynağı olup insana verdiği enerji ve hareketlilik ile bilinmektedir. Ay ise daha çok duygusal yapıyı ve hisleri etkiler.

Burçlar gelecek hakkında bilgi verir mi?

Burçlar, birçok insanın sandığı gibi hiç bir zaman geleceği göstermez. İlerde olacaklar hakkında bilgi vermez. Bu yüzden burçları bir kehanet bilimi olarak düşünmemelidir.

NOT: Ben pek alıntı yapmam yazılarım için ama bu yazıda yazılanların bir mantığı olduğunu düşündüğümden ve çok ilgili çeken bir konu olduğunda sürekli elimin altında olmasını istedim.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Twitter'ı Anlamak



Ben bu twitter hadisesine çok uzağım. Ne işe yaradığını ve kimlerin bu amaçtan yararlandığını anlamaktan da acizim.

Bir insan her düşündüğünü twitlemek (bu kelime de yeni çıktı) gibi alışkanlığı neden edinir ki? Hadi düşündüğü neyse, yediğini, içtiğini, konuştuğunu, gezdiğini de 1 cümle ile yazma gereği duymanın altında ki psikolojiyi merak ediyorum. İfşaat ne zamandan beri bizim hayatımızın bir parçası oldu acaba?

Mesaj kaygısı olan insanların ya da direkt olarak çenesi düşüklerin hizmetine açılmış bir icat olarak da yaftalıyorum kendisini. Tabii eğer ünlü biriysen, bir kanaat önderiyesen, bir politikacıysan ve düşündüklerin/yaptıkların kalabalıkların ilgilisini çekiyorsa anlarım bu aleti kullanmayı ama sıradan yurdum insanı iken vırt zırt twitlemeyi anlamam mümkün görünmüyor.

Tabii bir de takipçi olma durumu var. Birbirlerini takip eden twitırcıların da sürü halinde takılmaları da yeni sanal sosyal güdü olsa gerek. Şiddetle kınıyorum.

En iğrenç şeylerden biri de sevgililerin birbirinlerine yazı yazmaları. Resmen mide bulandırıcı. Vik vik sevgi pıtırcığı modunda tweetler böğğğ getiriyor insana.

Ben de twitter açıp kahrolsun bütün twitçiler mi yazsam?

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Ramazan'da Mala Bağlamak


Ben küçükken ilk oruca başladığımda mız mızlık yapardım (Gerçi hala mız mızlığa devam ediyorum ama sanırım bu durum DNA'm ile ilgili). Annem de hep derdi ki: "daha Ağustos'ta oruç tutmadın. O zaman ne yapacaksın?" O zamanlar aylardan marttı. Saat 5'ten sonra sahur akşam 5'ten sonra iftar olurdu. Şimdi ise 16,5 saat ne oruçla geçen süre var.

Yalnız yaşadığımdan saat 3'te sahura kalkıp birşeyler hazırlamam gerekiyor ve ancak 4'te ki ezana yetişebiliyorum. Saat 3'te kalkmaya vücudum isyan ettiğinden sahurdan sonraki uyku da çok kalitesiz oluyor. İşe geldikten sonra en fazla öğlen 2 gibi beynim stand by moduna geçiyor. Bildiğin amnesia durumu. Adımı sorsalar Hüsamettin derim. O derece!!

İftara kalan son saat ise tam trajedi. Keraat vakti uyunmayacağından son 1 saat briç oynamak, cnbc-e izlemek, ya da nette takılmakla geçmesine rağmen tam bir imtihan oluyor.

İftar'ı da genelde geçiştiriyorum. Yemek yapmak artık içimden gelmiyor. Eskişehir'in dandik lokantaları da beni hiç mi hiç açmıyor. Adam gibi kebapçı hala bulamadım. Bursa'a ile Eskişehir arasında ki temel olumsuzluk da bu yemek olayında. Bursa'da yediğim önümde yemediğim de yamacımdaydı. Şimde bir iskender yemek için 155 km yol gitmem lazım.

Tam olarak mala bağlamış durumdayım. İşin kötü tarafı ramazan'ın hasretle beklediğim uhreviliğinden bu tür dünyevi şeyler yüzünden uzak kalıyor olmam. Tek tesellim ve umudum ise yıllık iznimin 2 haftasını annemin yemekleri ve evimin rahatında geçirecek olmam. İyi ki iznimi ramazanda kullanmışım...

3 Ağustos 2011 Çarşamba

İç Anadolu'da Düğünler Benim için İşkence


Ben İç Anadolu'da yazları sokak düğünlerine şahit oluyorum. Böyle bildiğin sokakaları kapatıp şıkıdım şıkıdım oynuyorlar. hepsi ankaralı turgut ritminde şarkılar. Ama sözleri bir duysan yemin ediyorum TV de çıksa RTÜK o tv yi kapatır.

Nasılda zevksizlik örneğidir bu müzikler anlatmam için Türkçe'nin olanakları yeterli değil. Sonuna kadar açılmış ses sistemleri ile bangır bangır çalınan türküler tam facia.

Saatlerce bu işkence maruz kalan her insan gibi artık belli bir saatte polisi de aradım mecburen. Ama bir ara iki ara. Kaç kere arayabilirsin ki arkadaş. Her haftasonu cumartesi pazar aynı terane. Ağlamak istiyorum.................

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Bir Tembel'in Güncesi


Acayip tembelim ben yaaa. Modern tıbbın bu tembellik illetine bulacağı çareyi heyecanla bekliyorum. Yapmak istediklerim haricinde hiçbir şey yapmayan biri oldum çıktım.

Azıcık kassam ve mecburen yapmak olduklarımı da yapsam hayatım inkişaf edecek ama kendimde ekstra kasış için motivasyon bulamıyorum. Kasarak elde edeceğim şeylerin kasmam sırasında katlanacağım mutsuzluğa değmeyecine dair bir hissiyatım var maalesef.

Daha çok çalışıp para kazanmak mümkün mesela. Ya da yeni bir dil öğrenmek, yeni bir genel kültür alanında kendini geliştirmek falan da olabilir. Hatta tembellikten, tatili bile evde geçiricem. Belki Dubai'ye giderim diyordum ama direkt olarak üşendim yine. Tabii bir de kafa dengi biri olmadığı için kendi kendimin fotorafını çekmek zorunluluğu da tatil planlarını belirlemem de etken oluyor....

Canımın hiçbir şey yapmak istememesinden dolayı gece gündüz briç oynayıp Civilazation IV'te medeniyetler kurup yıkıyorum. Anti-sosyalliğin kitabını yazıcam kısmetse. İşe gidip gelmek benim için sosyal aktivite sayılmaya başladı. Yuhhhn!

Erkekliğin kitabı ile Bedewiliğin kitabını yazmıştım ve üçlemenin son eseri anti-sosyalliğin kitabı olacak.

Allah sonumu hayır etsin...

22 Temmuz 2011 Cuma

Monotona Bağlamak...OHHHH Beeee!


Acayip yoğun bir dönemin ardından hayatım biraz olsun dinginleşti. Henüz işimin yoğunluğu azaldı diyemem ama yoğunluğun bile bir rutini oldu diyebilirim. Çok yorucu olmuyor artık ve benzer şeyler yaptığından kafamı çok meşgul de etmiyor.

Eskişehir'e ise tamamen alıştım ve bundan da büyük keyif almaktayım. Her haftasonu şehir dışına gitmemi gerektiren durumlar ortadan kalktığından beri haftasonlarımı malak gibi yatmak, bol bol briç oynamak ve dizi izlemekle geçirebiliyorum.

Evim ile işim arasında ki mesafenin 10 dk olması ise ayrı bir lüks. Hayalini bile İstanbul'dayken kuramayacağım bir durum var. Öğlen yemeklerine bile genelde eve gelebiliyorum. Tabii evde yiyecek birşey olmadığından atıştırma oluyor yemek faaliyetim ama olsun...

Son 1 yıldır feci bir kaos vardı hayatımda ama son birkaç haftadır ilkkez önümü biraz daha görebildiğimi hissediyorum. Trafik gibi insan ömrünü yiyen bir olgunun hayatımda olmaması da düşünce ve ruh sağlığıma iyi geliyor.

Buraya kadar herşey iyi de tek kötü olan şey monotona bağlamakla birlikte nüks eden içimde ki yalnızlık duygusu. Burada kimseyi tanımadığım gibi arkadaş edinebilecek ortamlardan da uzağım. Bursa'da iken iş arkadaşlarımın varlığı önemli bir destek iken şu an one-man show olarak rutini idare ediyorum.

Yaz dönemi bittikten ve yıllık iznimin ardından belki daha sosyal olabileceğim ortamları keşfedebilirim. Yanii UMARIM !

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Bana Marjinal Demeyin


İnsanların bana marjinal demesinden çok sıkıldım. Ortalama olmayı iyi bir şeymiş gibi lanse eden ve başkalarına da marjinal diyen kişilerden acayip gıcık kapıyorum.

Hee şurası bir gerçek ki ben de ortalama olmayı bazen çok istiyorum. Hiç olmazsa kendi halinde yaşar giderdim. Zihnimin, ruhumun, kalbimin bu kadar yükü taşıması gerekmezdi. Ama beni mutlu eden, mutsuz eden, değer verdiğim ya da vermediğim şeylerin ortalamadan farklı olması benim suçum değil bence. Ben de böyle yaratılmışım ve benim imtihanım da bu. Ben bunu anlayabilmişken insanların onlar gibi düşünmediğim için beni marjinal olarak sınıflandırmaları en basit hali ile saçma geliyor.

Benim için fıtratımın gereği olan bir düşünme biçimi insanları dehşete düşürüyor. Ben düşünürken ya da uygularken hareketlerimi gayet normal gibi hissediyorum oysa. İnsanlar ortalama olmanın güvenliği içinde yaşamaya o kadar alışmış ki, bence kendi farklı düşüncelerini bir şekilde bastırarak "normal" olmak adına maskelerle dolaşıyorlar. Benim gibi bir avuç insan da ne düşündüğünü söylediğinde hemen deli, meczup, aykırı, marjinal bilmem ne diye adlandırılıyorlar.

Aslında, çok temel bazı değer sistemine göre yaşıyorum ve kurallara bağlıyım ama kuralların tanımlanmadığı yerlerde örf adet gelenek bilmem neyi ciddiye almıyorsam bu niye sorun olsun ki? Bir yere ve topluma ait olma her insanda bir dürtü olarak var ama illa topluma ait olacağız diye farklı düşüncelerimizi söylemeyelim mi?

Zaten, dünyadaki baskın sistem herkesi homoeconomicus olmaya zorluyorken bunlarla mücadele yanında, ortalama yurdum insanlarından gelen mahalle baskıları da kabak tadı verdi artık. Kabul etmeliyim ki; dörtbaşı mamur bir düşünce sistemi ve felsefe henüz geliştiremedim. Kendi içimde tutarsızlıklarım var ama bunları kendime itiraf edecek ve düzeltmek için de gayret edecek cesaretim de var. Her geçen gün, saçlarımın artan beyazları ile orantılı olarak kendi içerisinde daha tutarlı bir yapıya kavuşan bir sisteme doğru gidiyorum. Bunu insanlara ifade edemiyor olmam kısmen benim sunumumla alakalı bir problem olduğu kadar kısmen de ortalamanın bulunduğu seviye ile de alakalı bence. Kimse kimseyi anlamaya çalışmadan, hemen kendi sistemi dışında ise sınıflandırıyor. Sınıflandırmasının bari metodolojisi olsa kabul edicem. Ama sadece kendi sığ dünya görüşü ile değerlendirme yapıp karşısındakini "öteki"leştiren bir tutum olursa kendileri yukarıda bahsettiğim gıcık olduğum insanlar zümresine dahil oluveriyorlar.

Yazacağımçok şey var buna dair ama konu bütünlüğünü sağlayıp sağlayamayacağıma dair kuşkularım var. Belki etaplar halinde devam etsem daha iyi olacak.

8 Temmuz 2011 Cuma

Eksik Kişi


Hani hep yazıp çiziyorum ya hayattan beklentin olmayacak, hayal kurmayacaksın, arzuların olmayacak falan filan...Bunlar aslında teorik söylemler. Kendimi bu şekilde renksiz kokusuz heyecansız yaşamaya alıştırmak için sahip olmaya çalıştığım bir dünya görüşü belki de...

Aslında beklentilerin, hayallerin ve planların olmadan hayat hiç de geçmiyor. Kuru kuruya yaşanmıyor anlayacağın. Bu bahsettiklerim hep hayatın tuzu biberi. Hayata iyi kötü renk katan şeyler.

Benim bir sürü idealim, hayalim, hırsım vardı. Hepsinden tek tek arınmak için de gayret sarfettim. Bazıları buna olgunlaşma adını koyabilir bazıları da gerçeklerle yüzleşme. Ama bu arınma sürecinden kendimle daha barışık ve huzurlu biri olarak çıktığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Bununla birlikte çok radikal olduğum bir konu daha var. Nadiren hayatta birşey isterim ve bu istediğim şey ya benim %100 istediğim gibi olsun ya da hiç olmasın. Bu durumda da ifrat ile tefrit şeklinde bir sürü olay başıma geliyor. Orta karar bir insan olamıyorum bir türlü.

Ben istiyorum ki, hayatımda bir kadın olduğunda benim sahip olmadığım tüm özellikler onda olsun. Beni tamamlasın. İnsanların hadleri olmadığı halde soruyorlar: " ne tür birini eş olarak arıyorsun?" Cevabın çok basit olmasını da bekliyorlar: Güzel olsun, yemek yapsın, itaatkar olsun, futbolda ofsayt nedir bilsin vs...

Halbuki çok daha farklı bir beklentim var benim. Ben zaten acizim ve hayatın yükünü kaldırmakta zorlanıyorum. Bana dahada yük getirecek biri değil üzerimdeki yükü paylaşacak birine ihtiyaç duyuyorum. Bu durumda da eksikliklerimin, eksikliği olmadığı birini beklemem de gayet normal değil mi? İnsanların kendilerine benzer kişilerle beraber olma tercihlerine saygı duymamakla beraber nedenini anlayabiliyorum. Çünkü, aşina oldukları özelliklere sahip insanlarla beraber olmak güvenli ve kolaydır. Romantik filmler bile ortak noktaları çok olan insanları birbirine yakıştırmaz mı zaten?

Çok fazla eksikliği olan biri olarak da beni tamamlayacak süper kişiyi bulmam ise gayet zor görünüyor. Yine de Allah'tan umut kesilmediği gibi bekleyen derviş beklemekten gebermiş mottosunu da unutmadan renksiz kokusuz telaşsız yaşamaya devam..........................

5 Temmuz 2011 Salı

Sızı


İçimde öyle bir yer varki ince ince sızlıyor. Hiç durmadan ve zamanla artarak devam eden bir sızı bu.

Gözlerimi kapattığım da geçer diye ümitleniyorum ama bırak gözlerimi kapattığımda geçmesini kafama sıksam ve beynim kulaklarımdan fışkırsa yine de geçmeyecek birşey.

Kmlerce yürüyorum yürürken acısı azalıyor hatta bazen geçer gibi oluyor ama durduğum anda tekrar kaldığı yerden devam ediyor.

Zaman içinde nasılsa geçer diye kendime telkin ediyorum ama aslında mazoşistçe hiç geçmesini istemiyorum.

Herşey sanki bir kabus ve hiç olmamış gibi. Ama bir türlü uyanamıyorum.

Eternal Sun Shine of the Spotless Mind'da ki teknolojinin gerçek olmasını diliyorum ve ne kadar gerekli olduğunu şimdi anlıyorum.

Ve varlığından daha önce haberdar olmadığım bir parçamın bu kadar acı vermesini de bir türlü anlamıyorum. Cahillik en büyük mutlulukmuş birkez daha emin oldum.

24 Haziran 2011 Cuma

Bir bu eksikti !


Hayatımın ilk trafik cezasını da yemiş oldum. Aferin bana. Gidip kurşun döktürecem kendime. Ne oluyor bana yaaaa :((((((((((

Cezayı aşırı hızdan yedim ki ben hız yaptığımın farkında bile değilim. Kafam öyle dağınık ve 1001 parça ki polise itiraz bile etmeye gerek duymadım. Bir ara son 2 haftadaki dalgınlıklarımın listesini de yapayım da ibret olsun.

20 Haziran 2011 Pazartesi

Sapına Kadar Profesyonel (!)


Herşeyin bir bedeli olduğu gibi kazandığın paranın da bir bedeli var buna da "iş" diyorlar.İş hayatında ise görmediğim hemen hemen hiçbirşey kalmadı sanırım. Tüm adilik, aşağılık, çıkar çatışmalarına şahit olduğum gibi kimilerine de taraf olmak zorunda kaldım. Bir tarzım, duruşum, çizgim olsun diye de bir sürü bedel ödedim. İşini iyi yapmaya tabu derecesinde önemsiyorum.

Bugün itibari ile de bir kişinin işine son vermenin ne demek olduğunu tecrübe ettim. Koleksiyondaki nadide parçalardan biri daha tamamlanmış oldu. Daha önce ekipler arası rotasyon ile çözdüğüm birçok sorunu bu sefer kökünden çözmek zorunda kaldım.

Türk toplumunda insanların ekmeği ile oynamak bir tabu olarak görülür. İşe girenlerin sonsuza dek aynı işte çalışmaları yani sebat etmeleri takdir edilen birşeydir. Ama bazı durumlar vardır ki artık yapacak birşey yoktur ve acı önlemler almak zorunda kalırsınız. Ben de sapına kadar profesyonel biri olarak ekibin geri kalanını yönetilebilir halde tutmak için birinin kellesini almam gerekti.

Aslında üzülmem gerekir değil mi? Peki neden üzülmüyorum? İçimde insan sevgisi çok azdı ve işle ilgili konularda daha da katı olabiliyorum fakat ben bile kendimden bu kadar duygusuzluğu beklemiyordum. Sanırım artık kapitalistleşme konusunda da ileri mertebelere düçar olmuş durumdayım.

Umarım öbür tarafta hesabını veremeyeceğim bir kararın parçası olmamışımdır. Ne de olsa herşey vatan için değil mi? Ben kendi çapımın elverdiği ölçüde bunun doğru olduğuna kanaat getirdim ve aldığım paranın hakkının gereğinin bu olduğuna inanıyorum.

İlginç olan son 20 gündür hayatımda ki herşeyin saçma sapan derecede kötü gitmesi. Bir sürü zor kararlar almak zorunda kalmam ve daha önceki kararların bedellerinin ödeme tarihinin gelmesi. Saçımın geri kalanı da yakında beyazlayacak sanırım.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Ego vs Acziyet


Herşeyi kontrol etme iddiasında bir varlık olarak insan aslında en basit şeyleri kontrol etmekten dahi çok uzak. Literatürde "acziyet" olarak geçmiş bir kavramdan bahsediyorum.

Bu yazıya konu olan ve kontrol edemediğimden şikayet edeceğim öğe ise düşüncelerimin. Birşeyi düşünmek istemediğin halde düşünmeye devam etmek ne kadar sinir bozucu birşey. İnsan düşüncelerini dahi kontrol edemiyorken hala nasıl olurda ego sahibi olur orası da ayrı bir açmaz ki ben sonuna kadar bu açmazı yaşıyorum.

Herşeyin takdir edildiği ve geldiği mecraya dair hiçbir kuşku duymadığım halde istemediğim şeyler başıma geldiğinde "keşke" ile başlayan cümleler kurmaya ve hayatı kendime zindan etmeye acayip bir meyilim var. Ya da bana verilmiş bir nimet elimden uçup gittiğinde de hayata çocuk gibi küsüyorum. Verildiğinde yeterince şükretmediğim nimetlerin elimden alınmasının normal olduğuna dair kendimi ikna edemediğim gibi belki de varlık yolculuğunda kemalata giden patikada ilerlememe fırsat olduğunun da çoook sonraları idrakine varabiliyorum.

Blog yazmaya da bu tür bir yazı ile başlamıştım ve işin kötü tarafı yıllardır aynı terane devam ediyormuş. O zaman başka bir nedenden dolayıturn-off moduna geçmek isterken bugün bambaşka bir nedenden dolayı o isteğim canlandı.

Ama bu sefer bir şekilde reaksiyoner davranmadan süreci yöneteceğim inşallah. Hiç olmazsa 30 yılda hayata dair bu kadarcığını öğrenmiş olmam lazım. yoksa eywahlar olsun bana.

5 Haziran 2011 Pazar

Yoksa Siz Düdükleyemedikerimizden misiniz?


Bu bankaların kredi fırsatlarına (!) bir göz atacak olursanız süper düdüklenme olanaklarınında farkına varmış olursunuz. İnsanlara şahane ultra ötesi süper cazip kredi sunan yurdumun güzide bankaları elini sallayana elli tane krediyi hemen veriyorlar.

Kredi olayı o kadar ayağa düştü ki; artık kredisiz iş yapan kalmadı neredeyse ve benim gibi anti kapitalistin teki "zinhar kredi almam" deyüünce garip karşılanır oldu.Ev, araba, iş için kredi almayı bir nebze anladım da tatil için kredi almayı anlamamam mevcut kavramsal düzlemim için mümkün değil. Tabii unutmadan bir de ihtiyaç kredileri var. Koşulsuz kefilsiz 5, 10, 15 bin lira alabiliyor yurdum insanı. Peki, almak sorun değilde, 1000 lira maaşı olan birinin aylık 150 lira ödeyerek 10 bin liralık bir krediyi ödemesi finansal olarak mümkün mü? Bence değil!! Bu durumda krediyi alan ne yapmalı? Gidip başka kredi almalı ve borcu çevirmeli. Böylece ponzi oyunu da başlıyor. Taaa ki kredi alan cinnet geçirene ya da ailesi dağılana kadar.

Ayrıca, matematiği zayıf toplumumuz krediyi karlı birşey sanıyor 0,X faizle kredi alınca başı göğe eriyor.

İşin artık şakası kalmadı. Bu düdükleme ve düdüklenme sürecinin bir an önce kontrol altına alınması ya da en azından özendirici reklamların ortadan kalkması lazım.

Ya sayın mal kredi sever !!! 0,X aylık oranın yıllık kaça geldiğini ve senin geliririn o kadar artmayacağını göremiyor musun? Hadi, mal olduğundan bunu göremiyorsun da hayatın en temek kanunundan olan şeyin yani "kimse kimseye bedava para vermez" prensibindende mi haberin yok?

Allah tüm kredi severlere akıl fikir versin. Ben tüm inadımla hala düdüklenmeyenlerden olmaya devam edeceğim. Varsın evi bugün değil de 2-3 sene sonra alayım....

4 Haziran 2011 Cumartesi

Evde Güzel Yemek Kokusu



İşin özü itibari ile ne yemek yemeyi ne yapmayı ne de yemek sonrası bulaşık yıkamayı hobilerim arasında sayabilirim ama evde güzel yemek kokusunun olmasını çok seviyorum.


Ben küçükken annem mesai bittikten sonra eve gelir ve yemek hazırlardı. Özellikle, sevdiğim yemeklerden birini yapıyorsa o esnasında ev doğal olarak yemeğin kokusu ile dolardı. Şimdilerde ne zaman sevdiğim yemeklerin kokusunu bir yerde duysam hep annemin işten gelip yemek hazırladığı günler aklıma gelir.



Tabii, bir de işin şu boyutu var. Evde yemek yapılması evi ev yapan en önemli şeylerden biri bence. Eve ruh ve hayat katan birşey bu yemek aksiyonu. Ayrıca , mesela, güzel bir börek kokusunu Armani parfüme değişmem, ya da kızartma yaparken o cazırdayan yağ ve kokuda beni çok cezbeder, he bir de pişmekte olan kek ya da kurabiyenin kokusu bizzat kek veya kurabiyenin tadından bile iyidir kanıumca.


Bilmiyorum herkes için aynı mıdır ama bence yemeğin kendisinden daha önemli olan kokusudur. Şimdilerde yalnız yaşarken ne yemek ne de kokusu var evde. Tabii, apartmandan evin içine sızan pis ve ağır kokular hariç. Belki de, bendeki nostaljik etkisi de aslında güzel olmayan birşeyi belleğime güzelmiş gibi kazımış da olabilir ama yine de bahsettiğim güzel kokulara müptelayım.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Zaman Dursun



Zaman dursun istiyorum. Hiç olmazsa birazcık yavaşlasa olmaz mı?



Sevinçlerimi de hüzünlerimi de hissedecek kadar zamanım olsun istiyorum.


Herşeyi deli gibi tüketen bir hayat rutinine isyanlardayım. Ömrümü tüketmek değil üretmek için harcamak istiyorum.


Durup nefes almak ve aldığım nefesin keyfini çıkarmak istiyorum.


Sahip olduklarımdan daha fazlasına sahip olmak için kavgaya girişmeden önce sahip olduklarımın değerine varmak istiyorum.


Geçmişin hayal kırıklıkları ve beceriksizliklerinin değil gelecek beklentilerimin ve ideallerimin şekillendirdiği bir "bugün" istiyorum.


Bana şu ana ihtiyacım olandan fazlasını verenden bunları da isteyerek ayıp mı ediyorum?


19 Mayıs 2011 Perşembe

Tatil Alarmı




Uzun zamandır bu kadar çok tatile ihtiyaç duyduğum bir dönem yaşamadım. Son bir yıl o kadar değişken ve inişli çıkışlı oldu ki; zihnen ve fiziken beni harap etti. 1 kez iş 2 kez şehir değiştirdim ve herbir değişikliğin kendi içinde de sorunları vardı.



Şimdilerde hayatım biraz durağan hale geldiğinde bedenim tatil alarmı vermeye başladı. Sabahları kalkarken zorlanıyorum, konsantrasyonum her zamankiden daha da düşük. 3-4 gün hiç kalkmadan uyusam sanki ancak şarj olacakmışım gibi geliyor.


Bu yıl tatilim ramazan ayının son 2 haftasında olacak. Bu şekilde biraz rahat bir ramazan geçirmeyi hem de ölü sezonu atlatmayı umuyorum. Planım ise çok basit: Evde gündüzleri yatış geceleri sabaha kadar ayakta kalmak. Bir yerlere gitmek ramazan dolayısıyle çok uygun görünmüyor ama belki de kalan iznimi bir yerlere gitmek için kullanabilirim.


Ama acilen tatil başlasınnnnnn........

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Mutluluğun Sırrı...





İnsan yaşlandıkça ya da olgunlaştıkça öncelikleri ve hayata bakışı değişiyor. Nerden mi biliyorum? Tabii ki kendimden. Hayatımın 3. On yılına başlarken geriye doğru bakıyorum ve sanki hayatımın daha kolaylaştığını hissediyorum. Ruhuma ve zihnime ağırlık yapan konular giderek azalıyor. Birçok kişi gençliğine ve eski günler özlem duyarken beni gelecek heyecanlandırıyor. Bunun ne kadarı her gün ettiğim dualarımın sonucu ne kadarı da tecrübelerimden aldığım derslerin sayesinde ayırt edemiyorum ama ortadaki gerçek artık kendi ile daha barışık biri olduğum. Hayal kırıklıklarımla yaşamayı öğrendiğim gibi yeni hayal kırıklıklarımın olmaması için hayal kurmayı bırakmayı da öğrendim geçen 29 senede. Yalnız en büyük kişisel gelişimi beklentilerin yönetiminde elde ettiğime inanıyorum. Artık hiçbir şey ile ilgili bir beklentiye girmemeyi becerebiliyorum ve dolayısıyla en ufak güzel şey dahi beni mutlu edebiliyor.



Bu aralar bu noktaya nasıl geldiğimi analiz ile meşgulüm. Çok fazla “bu dünya” eksenli bir anlayıştan işleri biraz da oluruna bırakan anlayışa doğru bir tekamül söz konusu. Buna aslında bir bakıma acziyetimin farkına varmak da diyebiliriz. İlginçtir ki, acziyetimin farkına vardıkça zihnim ve ruhum hafifliyor, işler daha da kolaylaşıyor.



Peki her şey çok mu kolay? Tabii ki değil. Hala üstesinden gelmem gereken bir ego sorunum var. Ayrıca, ruhu gelişme için gerekli olan ibadet ve hayat disiplininden de yoksunum. Son olarak da tüm kişisel gelişimimi tecrübeye dayalı gerçekleştiriyorum. Halbuki, teorik olarak da bir şeyler okumam ve öğrenmem lazım. Bir düşünce disiplinine bağlanmam şart ama buna da tembelliğim mani oluyor.



Hayat zaten varlık yolcuğunda bir durak olduğuna göre burada varlığın aslını anlamaya dair çaba sarf etmek asıl büyük iştigal olmalı. Sanırım varlık nedenime dair kendimi sorgulamamın neticesinde bulduğum bu cevap şu an beni rahatlatan, sorunların üstesinden gelmemi sağlayan ve en önemlisi hala yaşamaya devam etmeme neden olan yegane şey. Her gün kalktığımda, parçası olduğum bütünü anlamaya, eksikliklerimi tespit edip gidermeye çalışarak bu dünyadaki vaktimi geçirebiliyorum. Eğer bu noktaya varamamış olsam ve birkaç yıl önceki buhranların içinde olsaydım sanırım ya kafayı yemiş ya da beyin kanamasından ölmüş olurdum.


25 Nisan 2011 Pazartesi

Zincirleri Kayıp Etmek


Bir arkadaşım Macaristan'a gitme kararını alıp almama konusunda tereddüt yaşadığım günlerde birşey demişti. "Bence git. Zincirlerinden başka kayıp edecek neyin var ki?" Yani kayıp edecek birşeyim olmadığını ima etmişti.

Biraz arabesk bir cümleydi ama gitme kararımı almamda çok etkendi. Daha sonra aldığım birçok kararda da kayıp/kazanç analizini yapmam konusunda yeni bir sistematik geliştirmeme neden olan bir cümleydi de aynı zamanda.

Bununla beraber hayatta hep kayıp edecek birşeyi olmadan yaşamak da baydı diyebilirim. Önem verdiğin şeylerin, fikrine değer verdiğin insanların ve parçası olmaktan gurur duyduğun grupların da hayatında yer olması gerekiyor. Maalesef, benim bu tür konularda eksik bir hayatım var. Bilerek, isteyerek, bilinçli tercihler sonucunda varılmış bir nokta benimkisi ama eksik olduğunu ancak şimdi anlıyorum. Eşyanın kölesi olmamak için sahip olduğum şeylere önem vermiyordum, ayakbağı olmasınlar diye insanlarla irtibatı asgariye indiriyordum, tembelliğimden ve içimdeki insan sevgisi azlığından herhangi bir grubun parçası olmaktan canım sıkılıyordu. Gelelim görelim ki, aslında doğru yapmıyormuşum.

Arada bir küçük şeylere sahip olmanın hazzını yaşamak, saygı duyduğun kişilerle hasbihal etmek ya da bazen sıkıcı bile olsa bazı şeyleri bir grup insanla paylaşmak aslında hayatın önemli parçalarıymış.

Bu yaştan sonra bu eksikleri giderebileceğimi çok sanmıyorum zira sahip olduğum korkulardan ördüğüm kendi halinde bir yaşam pratiğim var. Suya sabuna dokunmadan yaşıyorum. Ama "böyle olmasaydı iyiydi" demeden de kendimi alamıyorum.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Beceriksiz


Bir insan hayatta eline aldığı bütün işleri eline, yüzüne, gözüne bulaştırır mı? Ya da hiç bir işte başarılı olmaz mı? Hayat boyu hiç bir işe yaramadığı hissi ile yaşamak zorunda kalır mı? Bütün bu olumsuzlukları aynı bünyede toplar mı?


Hayatta ki tek başarım bu bahsettiklerimi tek başıma ve kimseden yardım almadan başarmış olmam. Herhalde ironi adına yeni bir çığır açıyorum. Her geçen gün daha beter bir yetersizlik hissi ile kendimi yiyip bitirmekle meşgulüm ve bu sürecin bir sonu yokmuş gibi geliyor.


of offffffffff............

6 Nisan 2011 Çarşamba

Otobüste Tencere Kapağı Unutulur mu?


Hani geyiksel aktivitelere artık bir son vereyim diyorum ya geyik gelip beni buluyor. İçimde insan sevgisi ile beraber hayvan sevgisi de bulunmuyor ama ne iştir anlamadım gitti geyiklerle aram iyi maşallah.


Geçen İstanbul'a giderken uyku sersemi okuduğum kitabı otobüste unutmuşum. Geri almak için akılsız başımın cezasını ayaklarıma çektirerek döndüm ve kayıp bürosuna gittim. 10-15 dk lık bir bekleme süresince gelenler ve gidenler falan filan derken bir kadın geldi. gece 12 civarıydı ve "kayıp eşyamı almak için geldim" dedi. Buraya kadar herşey gayet normal. Neyse, görevli evraklara falan baktı ve "tencere kapağı di mi?" dedi. İşte bende kayışların koptuğu an o andı. Nasıl yaaaa!!!


Öncelikle, otobüste bir tencerenin işi nedir? Hadi tencere aldın yanına, tencerenin kapakla ilişkisini nasıl kopardın? Hadi bunu da geçtim, yaaa insan tencerenin kapağını unutur mu? Yani ne bilim, şemsiye, atkı, kitap, cep telefonu unutursun. Kapak ne yaaaa...


Geyikte son nokta budur !

29 Mart 2011 Salı

Büyük Egosu Olan Beceriksiz Adam


Hayattan çok şey isteyenlerden olduğumu düşünmüyorum. En azından maddi anlamda beklentim yok ama manevi anlamda büyük bir zaafım var: Çooook büyük bir egom var. Bazen dışarıdan da farkedilen bazen de sadece içimde benliğime zarar veren bir ego bu.


Çok nadiren sinirlenen biriyken egoma ve onuruma dokunan birşey olduğuna kayışlarım gevşeyi veriyor. Hemen taaruza geçiyorum ve çok yıkıcı oluyorum. Yalnız en kötüsü bu değil. Bir sürü kişinin egosu vardır ve bir şekilde bunun üstesinden gelebiliyorlardır ama benim sorunum bu egomun büyüklüğü ile yarışabilecek yeteneklerim yok. Hani, insanın egosu olurda en azından elinden birşey gelir ya benim durumum o değil işte. Ben elimden birşey gelmediği halde artistlik yapanlardanım. Ne kadar utanç verici !


Aslında elimden gelen daha doğrusu aklımdan gelebilecek şeyler var ve bunlarla değer üretebilirim ama bu değerlerin hiçbiri bulunduğum mekanda ve zamanda anlamlı değil. Yurdum insanı ile ne iş yapma mantığım ne de düşünce dünyam uyuşmadığı için bir şarkıdan müphem "I am allien, I am real allien" diyesim geliyor.


Bu kadar egosu olan birinin tabii ki bu egoyu beslemesi lazım ama bahsettiğim üzere yurdum insanı için değerli şeyler benim yeteneklerimin dışında benim yapabileceğim şeylerin de değeri yok ve bu yüzden sürüm sürüm sürünüyorum. Acayip bir ızdırap ve tatminsizlik içinde günlerimi cehenneme çeviriyorum. Biliyorum benim aldığım parayı almak hayali olan milyonlar vardır ya da benim sahip olduğum şeylere sahip olmak isteyenler... Ama sahip olduklarının ancak bir değer üretmekle hakkedildiğine inanmak gibi bir romantizme sahip olduğumdan, keyif alabilecek durumda değilim.


Saçma sapan açmazlar içinde hiçbir şeye konsantre olamadan ve gerçekten hiçbir şeyi istemeden zaman geçiriyorum. En büyük korkum ise bir gün öldükten sonra kimsenin hayatında bir fark yaratamadan göçüp gitmek.


Eğer yaşamam bir işe yaramayacaksa, bir an önce gençlere yer açmak için pılımı pırtımı bu dünyadan toplayabilirim. İnandığım yegane şey aynı zamanda bana da umut veren şey zira; Rabbim herşeyin hayırlısını bilen ve verendir.


Eğer ben hala hayattaysam, belki de birgün birşeyler yapabilirim demektir.