29 Aralık 2008 Pazartesi

??? Sorular ???



İnsan bazen herşeyin cevabını bulmuş gibi hisseder ya, ben öyle hissediyordum. Sorduğum tüm soruların cevaplarına ulaştım ama sorduğum sorular sadece analitik ve objektif olanlardı. Yani, yalnızca aramakla cevapları bulunabilecek olanlar. Sonra bir tatmin ve atalet dönemine girdim. Bir tür nekâhat bir tür reddetme dönemi. Tâ ki bugünlere kadar.


Sorular bence ikiye ayrılır. Bir sorabildiğin ve cevaplarını merak ettiğin sorular bir de kendine bile sormaktan çekindiğin/korktuğun sorular. Aslında sorulardan değilde cevaplarından çekinirsin sanırım.


Bu günlerde bu sorularla yüzleşsem ve bir cevap arayışına girsem mi diyorum? Acaba o kadar büyüdüm mü? Acaba hazır mıyım? Acaba kafama kuma gömsem daha mı iyi?


Ama önemlisi cevapları bulsam ne değişir ki????


Yine ve tam bu ruh halinde ruhuma elini uzatabilecek birine ihtiyaç duyuyorum.

27 Aralık 2008 Cumartesi

Kaldırım Taşları ve Demokrasi


İlham perim beni bu sabah yolda yakaladı. "Bip biiip" diye sinyaller göndererek yazı yazma aşkına getirdi. Kaldırım taşları ibaresini başlıkta kullanınca sanki metaforik bir anlam yükleyecekmişim gibi duruyor ama ben gayet olduğu ve anlaşıldığı anlamda kullanıcam bu olguyu :P.

Bizim caddemizde sabahın köründe hummalı bir çalışma sürüyor. Bu çalışmanın
temelini mevcut kaldırım taşlarını sökmek ve yerine yenilerini koymak oluşturuyor. Bu kaldırım taşlarının değişmeye başladığı dönemler büyük bir "tesadüf" eseri hep yerel seçim zamanlarına denk geliyor. Ne de olsa yerel yönetim çalışıyor ! (?)

Bu olayı, hep çalışmayı son geceye bırakan öğrencinin sınava hazırlanmasına benzetiyorum. Tek fark son gece çalışsa bile öğrenci sonuca etki edecek şekilde çalışabilirken (kendimden biliyorum :P) belediyeler tam bir denyoluk olarak sadece kaynak israfına sebep olmaları. Mesela, ben kaldırım taşlarının eskidiği için değiştirildiğini hiç görmedim. O zaman bu "belediye çalışıyor" gibi bir hava yaratma girişimi olarak adlandırılabilir hem de hiç bir kuşkuya mâhal bırakmadan. Peki ben neden bunca yıllık TC vatandaşlığım sürecince kaldırım taşı değiştiriyor diye vereceği oyun rengini değiştiren seçmenle tanışmadım? Demek ki; yurdum insanı bu numaraları yemiyor. O zaman artık bırakın bu işleri belediyeci amcalarım, abilerim ...

İşin tabi diğer bir yanı demokrasi ile olan alakası. Hiç bir doğu toplumunda demokrasi kavramının doğmamış olması ve kavramı ithal edenlerde de (Hindistan hariç) büyük sıkıntıların olması ile bu basit kaldırım taşı konusu direkt alakalı (derinlere inip neden olmadı ne olmalı konusuna başka zaman giricem). Çünkü, işin özünde seçimle gelen her türlü yönetimin, yönetimi süresince çeşitli organlarca denetlenmesi ve hesap vermesi gerekmektedir. Halbuki, yurdumun demokrasisi sadece seçim organının ağır aksak çalıştığı bir demokrasidir ve denetleme organları tamamen prematüredir ya da şöyle diyeyim: güdük kalmışlardır.

Belediyelerimiz onlarca yıl sadece seçim dönemlerinde kaldırım taşlarını değiştirip, 3-5 yola asfalt atarak yıllarca durumu idare etmişlerdir. X,Y,Z,T,Q partilerinden olmaları hiç fark etmez. Zaten, belediye başkan adayları da sürekli parti değiştirmeleri ile meşhurdurlar. Her hangi bir entellektüel birikimden uzak, ideal ve etik değerlere sahip olmayan fırsatçı insan tipleridir bu belediye başkan adayları. İçlerinden istisnaları mevcuttur ama bu durum kaideyi bozmaz. Örneğin, bizim ilçenin belediye başkan adaylarından biri, ANAP-FAZİLET-DYP-AKPARTİ-CHP çizgisinde bir politik geçmişe sahiptir. Ben de sadece bu kişiye yuhhhhhhhh diyorum ve başarılarının devamını diliyorum.

Velhâsıl-ı kelâm, kaldırımtaşı diyerek geçme. Derin politik çağrışımlara kapı açan ilginç bir olgudur.

25 Aralık 2008 Perşembe

Uykumu İstiyorum


Başıma bir örtü geçirip günün tamamını yatakta geçiresim var. (Gerçi havaların soğuk olmasından dolayı bir örtünün yeterli olmayacağını biliyorum ama artık bakıcaz duruma göre...)

İnsanların kendilerini uyuşturmak için kullandıkları değişijk olaylar vardır. Benim beynimi uyuşturmak için kullandığım şeyler çok konvansiyonel şeyler değil. İçki, marihuana ya da bilimum uyuşturucularla hiçbir alakam olmadı. Bu saatten sonra da olmaz. Ama sınırsız uyuma yeteneğine sahibim mesela. Her türlü psikolojik durumda uyuyabilen biriyim. Hatta, uyumak gibi bir hobim olduğunu söyleyebilirim.

Soru: boş zamanlarınızda ne yaparsınız?

cvp: Uyurum.

Bu benim için gayet uygun bir dialog örneği olabilir.

Bugünlerde dünyanın geçtiği ekonomik bunalım beni de bunalttı. Somut olarak hayatıma yansıyan bir sorun yok henüz ama, "fear of death is worse than death itself" felsefesinde olduğu gibi her an birşeylerin olacağından korkarak yaşamak rezalet.

En az bunun kadar rezalet olan başka bir şey ise, sürekli felaket tellalı olan medya. Yahu hiç durmadan bu kadar negatif yayın yapmaktan bıkmıyorlar mı? Kusucam resmen. Yok ABD' de şu firma batmış, İngiltere'de bilmem ne endeksi dip yapmış, Almanya göçmüş, Fransa ayvayı yemiş gibi muhabbetlere tahammülüm kalmadı artık. Bunları duyarak resmen içimdeki hayat enerjisi söndü. Kaldıki, dediğim gibi negatif bir durum yok rutin hayatımda.

Şimdi kendimi bütün dünyadan soyutlayarak bütün kötü günler geçene kadar hiç evden çıkmadan yaşamak istiyorum. Uyumak, uyumak ve uyumak. Uyandığımda hiç olmazsa beyaz saç tellerimin sayısı artmamış olursa bunu da bir kazanç sayacağım.

Aslında çok basitçe hiç birşeyi dinlemeden ve izlemeden de yaşabilirim belki ama işe geldiğim an da bu mümkün olmuyor maalesef. Ben izleyip dinlemesem bile birisi mutlaka konuyu açıp geyiğe başlıyor. üfffffffffffffffffffffffffff

Bu durumda artık tek güvenilir liman uyku kalıyor bana :P

22 Aralık 2008 Pazartesi

Meditasyona Gerek Bırakmayan "Şey"ler



Hani bazı şeyler vardır. Tarif etmesi güç ve sadece size iyi gelen şeyler. Zaten, "şey" olarak adlandırmışsam gerçek tarifi güçtür.

Benim bu "şey"lerimi bir güzel kayda geçiresim geldi. Önem sırasında göre değil tamamen aklıma gelme sırasına göre şettirirsem eğer ;

*** FM Manager'ın yeni sezon cd sini alıp ne değişikler var diye bakmak. Web sayfalarını gezmek ve scout ları incelemek. Dünyadan beni tamamen soyutlayan bir olay.

*** Waffle'ı soğumasına izin vermeden yiyip bitirmek ve sıcak waffle ekmeğinin dışına akan ama ekmeğin sıcaklığı ile ılıklaşmış çikolataları sömürmek.

*** Sevdiğim dizileri tüm bölümlerini indirmek ve 5-6 şar bölüm halinde blok olarak izlemek. Yine kafama format atan bir aksiyon.

*** Durup dururken aklıma gelen birşey yapmak. Mesela, yıllardır görüşmediğim bir arkadaşıma mail atmak, aylardır sinemaya gitmeyip iş çıkışı "ya kısmet deyip" sinemaya gitmek. Rastgele bir kitap almak. Sultanahmet'e, İstiklal'e falan gidip turistlerle geyik çevirmek. Mümkünse bir kahve ısmarlamak.

*** Briç oynamak. Yorulunca ara vermek ve sonra oynamaya devam etmek. Acıkmamak, susamamak ve briç hariç hiçbir şeyi düşünmemek.

*** Uçakla bir yerlere gitmek. Uçakta random tiplerle karşılaşmak ve muhabbet etmek. muhabbeti başlatan kişi olmak. Çenesi düşmek. ( En son bunu yaptığımda güney afrikalı bir bir yaşlı çift çıktıydı kısmetime :P )

*** Nette Snake Pit'te takılmak. Nick'i ilginç olanlarla tavla oynamak ve geyik yapmak.

*** Okuduğum kitaplara yorum yazmak. Puan toplamak. Puanlarla bedava kitap almaya çalışmak ama hiç alamamak.

*** Hep tatil planı yapmak ama hiçbirini gerçekleştirememek. Hiç gocunmadan tekrar planlara dalmak.

*** 9 gün tatillerin tatilden önceki ve tatilin ilk gününü sevmek diğer günlerden nefret etmek. Ama yine de uzun tatilleri iple çekmek.

*** Avrupa liglerinin derbilerini izlemek. Taraf tutmadan her gole sevinmek. Ama içten içe güçsüz takımı tutmak ve onun gollerine daha çok sevinmek.

*** Her sene NBA'i takip edicem diyip unutmak ve hatta play-off ları kaçırmak.

*** İtalyanca öğrenmeye çalışmak ama hiç ilerletememek yine de vazgeçmemek. Kursa kayıt olup gitmemek.

*** Borsada küçük trade ler yapmak. Kazanınca mutlu olmak ama kayıp etmemek.

*** Bir sürü film toplamak ama hiç birini izlememek. Hep aynı filmleri tekrar tekrar izlemek.

*** Güzel ve kaliteli giysiler alınca mutlu olmak ama aynı giysileri indirimli fiyatlarını görünce mutsuz olmak sonra bedeni kalmadığını düşünerek kendini avutmak.

*** Aynı anda hiçbir zaman tek ayakkabı almakla yetinmemek hep 2 çitf almak. Ayakkabılıkta yer kalmaması ve kardeşle çatışmak.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Keşke (3)


Keşke, zaman makinası icat olsa.
Keşke, yemek yemek ortadan kalksa ve haplar olsa.
Keşke, kendi kendini temizleyen ve ütüleyen giysiler olsa.
Keşke, maçlar şifresiz olsa.
Keşke, cep telefonuna reklam mesajları gelmese.
Keşke, kaliteyi ucuza alabilsek. Hatta kalite bedava olsa.
Keşke, yaz tatillerinde Mars'a, kışları da Venüs'e gidebilsek.
Keşke, tadı güzel olan şeyler sağlığa zararlı olmasa.
Keşke, borsa hiç düşmese hep yükselse.
Keşke, 1 YTL= 10 $ ve 1 YTL= 7 € olsa.
Keşke, Türkiye'de en popüler spor curling olsa.
Keşke, briç ilkokuldan itibaren öğretilse.
Keşke, moleküler transportasyon olsa.
Keşke, karadeliklerin sırrı çözülse.
Keşke, petrol ve türevi enerjilere ihtiyaç olmasa.
Keşke, Heroes'da ki gibi herkesin 1 tane süper gücü olsa.
Keşke, bilgisayar virüsü, trojen ve spamları olmasa.
Keşke, tüm barajlar tam dolu olsa.
Keşke, metrobüs bizim evin önünden geçse.
Keşke, uçan arabalar icat olsa ve trafik sorun olmaktan çıksa.

NOT: Keşke ve Keşke (2) yazılarımın devamı.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Dua



İnsanın en mahrem anları Rabbi ile olan anlarıdır. En azından ben öyle düşünüyorum. Rabbin adını ister God, ister Yehova, ister Hürmüz, ister Buda, isterse de Allah olarak seç ve ona göre inan, sonuçta bir yaratılmış olarak Rabbin ile yalnız kalmakve ona maruzatını bildirmek istersin. Bu eyleme dua diyenler var. Bende öyle diyeceğim...

İnsan haricindeki varlıkların da kendi lisan-ı halleri ile dua ettikleri söylenir. Canlı ya da cansız her varlık kendini yaratan gücü takdis etmek adına ve en çokda yaratılmanın neticesi olarak bu dualarını arz ederler ama bu şuurlu bir eylem değildir.

Şuur sadece insana verilmiş bir nimet (ya da külfet bakış açısına göre değişir) tir. Şuurun yan etkisi ise ne kadar aciz olduğunu bilmektir. İnsan, sahip olduğu o devasa EGOya rağmen aslında ne kadar da acizdir ! Her acziyeti ile yüzyüze kaldığı zaman ise Rabbi'ne yakarmak ister.

Benim durumumda her yaradılan gibi aslında ama bir yandan da kendimi hep farklı hissetmişimdir. Fakat, benim farkım aslında hep ne kadar sıradan ve aciz olduğumun bilincinde olmamdan kaynaklanıyor. Bir ironi var bu noktada. Zira, insanlar o kadar kendilerini düşünür bir haldeler ki; sıradanlıklarının farkında değiller. Sanki, problemleri olan bir tek kendileri. Ya da sahip oldukları problemler sadece kendilerinde var. Ufacık beyinleri ile kendilerini küçücük problemlerine esir ediyorlar. Koskocaman evrende minnacık bir dünya inşa edip kendilerini ona hapsediyorlar.

İhtiyaçları olan ise sadece biraz dua. Sadece biraz Rableri ile başbaşa kalmak. Sadece hayatı sağlıklı değerlendirebilecekleri bir değer sistemi. Sadece küçücük bencil dünyaları üstüne değil varoluş amaçları üzerine kafa yormak. Sadece biraz empati ve tefekkür.

Herkesin hayatında kendince büyük sorunları ve huzursuzluk kaynakları vardır. Ben her zaman şöyle dua ederim:

"Allah'ım beni altından kalkamayacağım şeylerle muhattap etme."

ya da

"Allah'ım benim için hayırlı olmayacak isteklerimden beni koru"

Sonuçta sorunlarımı ve isteklerimi değelendirirken ve önem sırasına koyarken, bu perspektifin yararını görüyorum. Bu kendi çapımdaki inanç sistemimin ürünü olabilir ama aynı zamanda benim hayatla baş ederken kullandığım bir enstrüman.

Yoksa istediğim herşey için günün her saatini dua ile geçirmem gerekirdi. O kadar bitmez tükenmez isteklerim ve yine o kadar fazla kendimce büyük problemlerim (her insanda olduğu gibi) var ki; Allah'tan herşeyi istemeye utanırdım.

Lanetli bir zamanda yaşayan bir birey olarak, hayatım (yine hemen hemen herkesinki gibi) inanılmaz bir hızda geçiyor ve bu hız arasında bazen kontağı kapatıp farklı bir dünyanın insanı olmak ve herşeyi karşılıksız verenden bazen birşeyler istemek bazen de verdiklerine şükretmek müthiş bir rehabilitasyon sağlıyor.

Ne de olsa "duamız olmasa ne işe yarardık*" ki... !

* Kur'an dan bir ayet ama hangi süre bilemiyorum :-(

11 Aralık 2008 Perşembe

Bir Bayram (Tatil) Daha Geçti

Uzun sayılabilecek bir bayram tatili sonrasındayım. Amele olduğumdan Türkiye'nin önemli kısmı 9 gün tatil yaparken ben yarından itibaren çalışıyorum :(

Bu bayram son birkaç bayramdan farklı olarak biraz daha yoğun geçti. Ankara'dan dayımların gelmesi neticesinde büyük bir sıla-i rahim yoğunluğu yaşandı. Gelen giden, giden gelen derken evde sadece bugün kafa dinlemeye vakit buldum ki; bu benim için tatilin ta kendisi.

Sabah, havanın güneşli olmasının gazı ile biraz yürüş yapıp bir iki kitapçıya uğramak iyi geldi ama ipini koparmış teenage dediğim ne idüğü belirsiz ve zevkten mahrum yeni yetmelerle dolu sokaklardan dolayı eve dönme dürtüm çok çabuk depreşti. Gürültücü, fast foodla beslenen ve skinny jeans-converse giyen bu güruh resmen ortalığı zapt etmişti ve halâ gördüklerimin dehşetindeyim...

Evde sessiz sedasız bir günü yeni aldığım bir, iki dergi ve Amin Maalouf'un az sayıda okumadığım kitabı ile geçirdim. Meditasyon etkisi oldu ama ...!!

Ama yine bir "ama" var. Her tatil tekrar tekrar depreşen bu etrafımdakilerden bıkma usanma duygusu yine bana musallat oldu. 2 satır konuşabileceğim, birşeyler yaparken keyif aldığım insanların Atlantik'in öte yanında olmaları ve kalanlar ile de muhattap olmak istememem tatilleri benim için çok uzun hale getiriyor. Bir o yana bir bu yana deli danalar gibi koşan bir tip oldum resmen. Uzun zamandır ilkkez ameleliğimden çok şikayet etmeden işe dönmeyi istiyorum.

Fakat, bu tatiller yine gelecek ve ben yine bu duruma düşeceğim. Ne zamana kadar bu böyle devam eder acaba? Bir sonu var mı?

İnsanlara bakıyorum, abuk sabuk şeylerden keyif alıyorlar ya da en azından zaman geçirebiliyor. Mesela, ben 3 günde 2 kere sinemaya gittim ama daral geldi. "aa hadi bi sinemaya gidelim" demeyeli de uzun zaman oldu. Bunu diyenlere şaşırıyorum.

Ya da "bilmem nerde bir restoran var. Gidip melemen yiyelim" diyen kişilere de mal mal bakmakta bir beis görmüyorum.

Sonracığıma, "X cafe çok meşhur gidelim. bimem ne içelim" diyenlerle zaten işim olmaz.

Beni tek mutlu eden alternatif belki yurtdışı seyahat olabilirdi ama bunun içinde hem bütçe hem de partner konusu sorun yaratıyor. Bu krizde X avro harcamak işime gelmedi doğrusu. Aslında harcamaya değer bulmadım zira, gitsem yine kimse olmayacaktı yanımda ve bu durumda da bir yere gitmek o kadar keyifli olmuyor. Zaten albümlerim kendimi çektiğim fotolarla dolu. Fazlasına hacet yok.

Neyse, artık bi sonraki uzun tatile çok var. O zamana bişiler değişir belki...

3 Aralık 2008 Çarşamba

Hayatım ... ... ...


Bugün, aldığım soğuk neticesinde işe gitmeyince evde kaldım ve yine o ızdırap verici günlerden birini yaşadım. Geçmişi, bugünü ve geceleği bir biriyle alakasız aralıklarda değerlendirdim. Neydim, neyim, ne olacağım gibi özünde herhangi bir yarar sağlamayan sorularla zaten hastalık neticesinde kazan gibi şişmiş olan başımı meşgul ettim.


Uzun ve yıpratıcı günün sonunda ise şans eseri okuduğum bir dörtlük aslında ne olmak istediğimi ve ne olamadığımı hatırlattı bana.


Ayrılıp gitmişlerdi tâ gençlik çağlarında,

Topyekün bir dünya vardı ajandalarında;

Ve karar vermişlerdi kendi aralarında,

Gül bitireceklerdi her yerin bağlarında ! ...


Evet, (bir zamanlar) ben bir gün dünyayı değiştireceğime inanmıştım. En azından benim çabalarımda dünyanın değişmesine yardım edecekti. Bu tür takımın parçası olmak her türlü maddi getirinin ötesinde bir tatmin sağlayacaktı.


Ama ne ben dünyayı değiştirebildim ne de değiştiren takımın bir parçasıyım. 27 yıl sonra hâla başladığım yerin bir karış uzağında günlük dertlerle ve bir sürü kaygı ile yaşıyorum. En büyük korkum olan bu dünyaya bir çivi bile çakamamak korkusu bütün ruhumu kapladı.


Ne zaman sadece tüketen ve daha çok tüketmek isteyen biri oldum ben ??? Ben böyle biri olmak istemiyordum ki?

2 Aralık 2008 Salı

Deprosyanda Değilim, Stabilite İstiyorum


Bazen içimden dünyaya küsmek geliyor. Sabah yataktan kalkmadan saatlerce uyumak istiyorum. Kalktığımda da dünyada ki hiçbir konu ile ilgilenmeden beni tamamen soyutlayan tek başıma yapabileceğim şeylerle uğraşmak geliyor içimden.

Etrafıma bir koza örüp içinde yaşlanmak ve ölmek fena olmazdı hani. Çünkü bakıyorum da, beni mutsuz eden ve üzen şeyler aslında benimle alakası olmayan ya da random olarak bana musallat edilmiş şeyler. Halbuki, kendimi soyutlayabilsem ve sadece kendim olsam bu dertler kalmayacak. Hiç üzülmeyeceğim. Tabii, dezavantajı da olacak bu durumun. Küllüm rutin bir hayat demek bu. Ama benim hayatımın rutinini bozacak şeyler (genelde) kötü şeyler olduğundan istemiyorum onları. Rutine razıyım.

Ömrümün geri kalanının bugünüm gibi olmasından gayet mutluluk ve huzur duyacağım. Maalesef bu mümkün değil ! :-(

27 Kasım 2008 Perşembe

Bir Kucak Dolusu (?)


"Bir kucak dolusu ..." diye başlayan cümlelerin sonuna klişe olarak genelde "sevgi" gelir ya da "öpücük". İkisi de bir mâna teşkil etmeyen kalıp cümlelerdir. Ben ise "bir kucak dolusu keşke" diyeceğim.

Kendimle ilgili birçok şeyi eleştiririm. Eleştirilerimi bazen dışardan beni görenlerden dahi sert yaparım. İç dünyam sürekli bir otokritik halinde. Acayip yorucu biriyim. Kendim olmaya katlanamadığım o kadar çok zaman oluyor ki; artık bu durum kabak tadı verdi. Ama insan maalesef bundan kurtulamıyor.

Bugünün kendimden nefret etme menüsünde ise, hızlı ve beraberinde gereksiz yere çok konuşmam var.

Acayip sinir bozucu biri olmamın temelinde bu çok hızlı konuşma huyum var. Alelacele konuşmak benim için artık bir tarz mı oldu nedir bir türlü üstesinden gelemiyorum. İnsanların sordukları en ufak sorulara bile o kadar hızlı cevap veriyorum ki, cevaplarımın ne anlama geldiğini daha doğrusu anlatmak istediğimi ifade edip etmediğine nerdeyse hiç dikkat etmiyorum. Benimle konuşanın aklına "konuşuyoruz ama nece konuşuyoruz" diye eski bir şarkı repliğinin gelmemesi imkansız.

Acı veren durum ise bunun farkında olduğum halde bir türlü engelleyemem. Telaşlı ve panik biri olduğum havası yayıyorum etrafa. Halbuki alakası bile :( Kolay kolay heyecanlanmam bile. Tabii insan bu kadar hızlı konuşunca düşüncesizce şeyler de söylüyor ya da söyledikleri yanlış anlaşılabiliyor ki en çokta buna sinir oluyorum.

İnsan hızlı konuşunca bir de yan etki olarak çok konuşuyor galiba ya da ben de iki defo da birden var. Hem hızlı hem de çok konuşuyorum. Konuştuğum şeylerin çoğu ciddi şeyler olmuyor orası ayrı ama yine de muhataplarımı illallah ettirdiğimin de farkındayım.

Her dialoga başlarken kendime "az ve yavaş konuş" diye telkinlerde bulunuyorum bir süredir. Ama işe yaramıyor. Artık daha marjinal çözümlere girişmeliyim gibi. İlk aklıma gelen ağzıma demir bilyeler koymak. Daha önce denenmiş bir yöntem olduğundan güvenilir bir çözüm olabilir sanki. Bu şekilde kendimi de rezil etmekten ve gereksiz yere bayık bir tip olmaktan kurtulabilirim umarım. Bu çözüm, tüm sosyal ortamımı paylaştığım insanlara yapabileceğim en büyük iyilik olur sanırım :-(

20 Kasım 2008 Perşembe

Benim Dünyam 1 Tane



Her insanın kendi çapında dünyayı algılama tarzı vardır. Bu tarzı oluşturan etmenlerde herkesin genleri,yaşam standardları,aile ortamı vb. etkenlerden etkilenir. Dünyayı algılamalarımızdaki farklar bizi birbirimizden farklı kılar. Aynı yemeği yerken bile herkes yemeği farklı tarif edebilir. Bu çok doğaldır. Ya da en azından benim için doğal.

"Benim için..." diyorum çünkü insanlar o kadar bilinçsiz ki, kendisinden farklı bir algıyı, tarifi, tanımı ve düşünceyi öcü görmüş gibi algılıyorlar. Bu tür tiplerle karşılaşınca ve bu tipleri kantitatif olarak değerlendirdiğimde sayıları karşısında dehşete düşüyorum. Çoğu zaman da kendimin acayip olduğunu düşünüyorum.

Tamam ben çok kabul gören bir dünya görüşünü temsil etmiyorum ama o kadarda acayip değilim sanki. Eskiden bu duruma hiç tahammül edemezdim. Şimdi ise sadece boşveriyorum ya da boşvermeye çalışıyorum. Evet, bu durum benim etrafımda ukala olarak algılanmama neden oluyor ama umurumda değil.

Yeni yeni dünyayı ve insanları tanıdığım, kabuğumdan yeni çıktığım yıllarda çirkin ördek yavrusu muamelesi görmeye çok içerliyordum. Sonra zamanla aslında bunun bana karşı olmayan bir durum olduğunu anladım. İnsanın sosyal bir hayvan olmasından kaynaklı bir oluşumun kendine göre kuralları vardı ve kurallara uymayanlar "çirkin" oluveriyordu.

Biraz büyüdükten sonra bunun aslında ezik insanların ezikliklerini sosyalleşerek bastırma gayretleri olduğunu farkettim. Huzur o an buldum aslında :)

Lisede başladı bu tiplerle karşılaşmam. Mesela, adam anadolu'dan kopmuş gelmiş ama her hafta operaya gidiyor. Tamam gitsin ama gelip niye bize anlatıyorsun Bana ne? Adam hayatında hatlı otobüsün olduğu şehri hiç görmemiş mesela gelip bana Pier Loti'nin manzarasını yorumluyor. Töbe töbe ... Bunlar futbol oynamayı severlerdi ilk başlarda sonradan futbol avâm sporu oluverirdi. "Tenis oynayalım" diyenler de çıkardı içlerinden. Ya sabır...

Bunları lisede bıraktım diye sevinerek, mutluluk içinde üniversiteye gittiğimde durumun aynen devam ettiğini gördüm ve resmen hayata küstüm. Aynı tipler, aynı tripler sadece TC kimlik no'ları değişmiş olarak karşımdalardı. Bunun bir tesadüf olamayacağını bilecek kadar temel istatistik bilgisine sahip biri olarak mevcut durumun üstüne düşündüm. Yapabileceğim birşey yoktu. 3 yıllık mücadele sonunda kimseye etki edememiş biri olarak tekrar yeldeğirmenlerine karşı bir misyon benimseyip insanlarla uğraşacak değildim. Hele ki, bu insanlar cahilliklerinin ve çapsızlıklarını bastırmak için öngürelemez ve etik değerlere ters hareketlerde bulunuyorlarsa !

Kendi içime kapandım. Çok az ve sınırları net olan dostluklar edindim. Hiçbir zaman futbolu, çiğköfteyi, kulağıma ne hoş geliyorsa onu dinlemeyi, geyik yapmayı sevmekten utanmadım. Suşiden, klasik müzikten, operadan, kişisel gelişim kitaplarından nefret ettim. Entel/dantel görünmek gibi bir kaygım olmadı ama böyle görünenleri (özenle) mor edecek kültürel birikimi edindim. İnsanların hayallerini kurmaktan bile korktukları şeyleri yapmaktan ya da en azından yapmaya çalışmaktanda korkmadım. Ama gidip bunları reklâm da etmedim. Bunların kullanarak popülasyon içinde sosyal statü edinmeye hiç ihtiyaç duymadım.

Şimdi görüyorum ki, doğru yapmışım ve iyi ki de böyle yapmışım. Deryalar içinde bir zerre olmaktan kurtuldum. Herhangi biri farkında mı bilmiyorum ama ben kesinlikle kendimi farklı ve özel hissediyorum. Benim kimseye kabul ettirmek zorunda olmadığım bir dünyam var ve biliyorumki bu dünyaya sahip olmak çok az kişiye nasip olur.

Belki de şizofrenimdir? Ya da narsist? Ama olsun :)

10 Kasım 2008 Pazartesi

"O"na Mektup


Bu aralar sık sık aklıma geliyorsun. Senin en çok neyini seviyorum diye düşünüyorum.

Bana baktığında gözlerinindeki ışıltıyı seviyorum. Her seferinde, parlayan bir çift göz... Benim adeta varlık sebebim olan bir çift...

Nasılda güzel bakıyorsun !

Bana her baktığında kendimi önemli hissettiriyorsun. Bana, her baktığında benim için zaman duruyor. Bana, her baktığımda tekrar tekrar benim olduğun için şükrediyorum. Bana, hiç durmadan böyle bakmanı sağlamak için hayatımdan neleri feda edebileceğimi bir bilsen.

Sonra... Sana bakmayı seviyorum. Sana baktığımda içime dolan umudu seviyorum. Senin de, benim gözlerimin içindekilerini farkettiğini bilmeyi seviyorum. Ben, söylemesemde ne düşündüğümü bilmeni seviyorum. Seninle, geçirdiğim zamanın hiç bitmemesi için gayretlerini seviyorum. Gereksiz ve saçma konularda bile olsa konuştuğumuz herşeyi seviyorum ama en çok seninle konuşabilmeyi seviyorum.

Hayatındaki en önemli şey olmayı ama daha çokkkk hayatımdaki en önemli şey olmanı seviyorum.

Adımı söylemeni seviyorum. Adımı da en çok senden duyduğumda seviyorum zaten. Senin adını söylemeyi seviyorum. Kızacağını bilerek sataşmayı seviyorum ama bıkmadan usanmadan hep aynı şeylere kızmanı daha çok seviyorum.

Her sabah kalktığımda ilk seni düşünmeyi ve yanıbaşımda bulmayı seviyorum.

Senin için birşeyler almayı ve aldığım şeyleri beğenmeni seviyorum. Ama küçük şeylerle mutlu olmanı daha çok seviyorum.

Seni en çok bu dünyanın değil öbür dünyanın insanı olduğun için seviyorum.

ve biliyorum ki;

Sen varsın ve bir gün seni bulacağım. Umarım beni çok bekletmezsin.

7 Kasım 2008 Cuma

Yurdumdan Haberler


Türk insanının sosyalleştiği ortamlar vardır. Bu sosyalleşme ortamlarında haremlik ve selamlık kültürü yaygın olarak uygulanır. Bizde bütün kastırmalara rağmen bar ve cafe kültürü Batı'da ki gibi oturmamıştır. Kendimi cafe de bir kızla tanışmaya çalışırken hayal bile edemiyorum. En iyi ihtimalle kafama çanta yerim herhalde :P Bar kültürü ise nerdeyse hiç yok. Tabii bunu derken genelleme yapıyorum ve kıyas noktam Batı standardları. Yoksa 10 yıl önceki yurdum insanı ile kıyaslamıyorum. Son dönemlerde bizde de Batı'ya öykünme ve çakma bir sosyalleşme/eğlence anlayışı oluştu.

Haremlik-selamlık konusuna dönersem, mesela, kadınlar düzenledikleri "gün"lerle kaynaşırlar. Ya da kadın matineleri vardı bir dönem. O tür ortamlarda sevgi pıtırcıkları olurlardı. Sonra, küçük dernekler, vakıflar ve partilerin kadın kolları da önemli geyiksel ortamlardır. Buna ilave edilecek ortamlar da vardır ama aklıma gelmiyor şu an.

Kadınların sosyalleştiği gibi erkeklerin sosyalleştiği ortamları da sayayım bari. En önemlisi kahveler. "Kıraathane" derlermiş eskiden ama bu artık manasız. Zira, kıraat okumak demek. Kahvelerde okunan tek şey arkadalarında çıplak kadın resimleri olan gazeteler :P Bu ortamlarda tecrübem yok ama kuvvetli gözlemlerim var. Dünyayı ve Türkiye'yi kurtaran işsiz güçsz insanların buluşma noktalarıdır bu mekânlar. Her türlü çapsızlık diz boyudur.

Ama ben yurdumun insanın nabzını hep berberlerde tutarım. Sokaktaki vatandaşın kahve hariç en çok gittiği sosyal ortamlar berberlerdir. Mesela bir berberin önünden akşam saatleri geçilirse içerisinin her daim kalabalık olduğu görülür. Nedeni ise, milletin o ortamı resmen geyiksel aktivite mecrası olarak kullanmasıdır. Kahvelerden farklı olarak her türlü insan gelir berbere. Zira, fizyoloik bir ihtiyaçtır saçları kestirmek ya da en azından şekil vermek. Ama benim için bu berber ortamı resmen sokaktaki vatandaşın nabzını tutma fırsatı veriyor. Son berber maceramda bu çerçevede geçti. Yurdum insanın en enteresan özelliğini birkez daha anladım. Her konuda bilgisi olmadan fikri olan bir yığın var bu ülkede. Adama sorsan en son okuduğu kitap "Cin Ali top oynuyor"dur ama sor Obama'nın başkanlığının yansımalarından FB'nin Arsenal maçında alacağı sonuca, ordan Ergenekon'dan ekonomik krize kadar her mevzuya dair fikri vardır. Adama iki kelime edersin sonra ya adam sana gıcık olur ya da "abi" demeye başlar :) Ortası yoktur.

Bu profil analizinden sonra gelelim, yurdumun son durumuna:

İlk olarak, piyasa ayvayı yemiş. İşsizlik ve işsizlik korkusu iç içe geçmiş ve büyük bir sorun olmuş durumda. Her an trajik bir hale gelebilir. Sokaktaki vatandaş korku içinde bekliyor.

Sonrasında, artık doğan grubu medyası maymun olmuş durumda. İnanan çok az insan var bu gruba. Kimse ciddeye almıyor. Herkes artık gündemin ne olduğunu aşağı yukarı farketmiş durumda. Manipülasyonlar artık eskisi kadar etkili değil. Tabii, tamamen etkisiz demek doğru değil ama 28 şubatı bizzat hatırladığımı düşünürsek aradaki fark muazzam.

İktidar da yıpranmış belli. Ama başka bir sorun var. Alternatif kim olacak sorusuna cevap veren yok. "Bunlar hiç olmazsa çalışıyor" fikri hakim.

Metrobüs çok seviliyor. Medyaya yansıyanın dışında bir haberde bu. Ben çok alakadar değildim ama fikir edinmiş oldum.

FB li olmak acayip ızdırap verici. Gelen geçenin maskarası olunmuş durumda. Ama napalım aşk böle bişi katlanıyoruz. Acıların çocuğu olduk resmen :-(

1.5 saatlik berber izlenimlerim bu şekildeydi. Sonuç itibari ile genel nabzın ölçülmesi güzeldi ama hem beklemek hem de traş olmak hiç eğlenceli değildi.

4 Kasım 2008 Salı

Özlüyorum





Pécs'i çok özlüyorum. Bugünlerde daha sık aklıma gelir oldu. Hayatımın en eğitici, eğlenceli, tasasız ve süprizlerle dolu bölümünü yaşadığım yerdi Pécs. İnsanın içinde hicran yaratan olaylar, yerler, kokular ve şarkılar vardır. Pécs'i hatırlamak bende böyle duygular yaratıyor.

Bugün yine, Citrom Utca, Szechenyi Tér, Falsomalom Utca'yı hatırladım. Villâny anılarım depreşti. Pizza partilerinin zevki bir başkaydı. Durup dururken aklıma geliyorlar. Çok güzel günlerdi.... İçimdeki hüzün mü, keyif mi tam tarif edemiyorum. Tekrar oralarda olmak isitiyorum. Evimin penceresinden manzarayı seyretmek istiyorum. Tekrar, İstanbul'u özlemek istiyorum. Ama biliyorum ki; oralara gitsem bile herşey değişik olacak. Çünkü, mekânlar aynı bile olsa insanlar değişti. Orayı keyifli hale getiren Asaf, Tomoko, Bea,Brigi,Frida,Anan, Juji, Peter olmayacak tekrar.

Bütün o insanları da çok özlüyorum. Belki kısa süre kaldığım ve sadece güzel şeyler başıma geldiği için bu şekilde hissediyorum. Fakat, bu hissettiklerim 100000 yıl geçsede hiç değişmeyecek. Hayatımın bu en güzel ve özel dönemini tekrar yaşamak isteği ise hep arayacağım bir şey olacak.

3 Kasım 2008 Pazartesi

Gitmek Üzerine 1000000. Söz



Ağızlara pelesenk bir tabi bu "gitmek". Nedir ki? Nasıl olur ki? Kim yapmış ki? Kim yapmalı ki?

Şimdi iğrençliğe kaçmadan biraz felsefe yapıcam. Huyum kurusun :(

Gitmek zor bir o kadar gerekli bir aksiyon bence. İnsanın bazen random olarak kendine verilen hayatın iyi ve kötü yönlerini görebilmesi için yalnız kalması gerekir. "Gitmek" bu yalnızlık fırsatını sağlar insana. "Tebdil-i mekanda hayır vardır" demiş atalarımız ki; nadiren o yüce insanların yanıldığını görmüşümdür.

Ama giderken nereye gittiğinde önemli ne için gittiğinde. Beklentileri minimum gidişler olmalı ve mutlaka dönülmeli. Unutmak için değil keşfetmek için gidilmeli. Zira, insan herşeyi yeterince zaman olduğunda unutur ama keşfetmek için özel şartlar gerekir.

Bizim kültürümüzde "gitmek" çok zordur. Sanki dünyaya kazık çakacakmışız gibi koca koca bağlantılarımız vardır sosyal çevremize ama ben gördüm ki; insan gittiğinde sadece zincirlerini kayıp ediyor ve diğer kayıp etmekten korktuğu şeyler yerlerinde duruyor. Eğer yerlerinde durmuyorsa eğer zaten kayıp etmekten korkmaya da değmez şeylerdir.

Keşke, herkes gidebilse ve edindiği tecrübe ile dönse. Hayata ve çevresine bakışının nasıl değiştiğini gördüğünde şaşırsa. Bir sürü anı biriktirse ve çoluğuna çocuğuna anlatsa ama en önemlisi kendini bulsa. Farklı olsa. Fark yaratsa. Fark yaratacaklara ilham olabilse.

2 Kasım 2008 Pazar

Briç Faciası


Şimdi efenim, ben bu briç olayına 3-4 sene evvel girdim. Aslına bakarsam, çok geç girmişim. Keşke, üni zamanlarında girmiş olaydımda şimdi master olabilirdim belki. İşle birlikte çok zaman ayıramadığımdan da bir türlü geliştiremiyorum. Gerçi, internette oynadığım zamanlar çok daha iyi onayabiliyorum. İşin sadece matematiğine hakim olmak benim beyin fonksiyonlarıma oldukça uygun. Ama, masada oynamak çok farklı. Dış etkenler, matematik algımı etkiliyor. Bir de, briç her ne kadar beyefendi-hanımefendi sporu olsada terbiyesizler ve hilekârlar olabiliyor.

Herneyse...

Efenim, biz bu hafta Cumhuriyet Turnuvasına katıldık. Hayatımda ilk kez bu büyüklükte bir turnuvaya katıldım. Maalesef ümitlerimin ve beklentilerim çok gerisinde kalan bir performans gösterdik ekip olarak. İlk turda elendik maalesef :-( Özellikle başlangıç roundlarında büyük heyecan yaptım. Neden oldu anlamadım ama bir kaç irrasyonel deklarasyon bizi faciaya sürükledi. 2. bölümde şahaser savunmalarım ve ilham verici ellerim olmasına karşın bu seferde ortağım su koyverdi :) Böylelikle ilk bölümde ben ikinicisinde onun hatalarıyla elenmiş olduk. Ama eğlenceli bir gün oldu. Bir o kadarda uzun ve yorucuydu. Taaaa Tuzla'da yapıldı organizasyon ve dönüşte gece vakti boğaz trafiği vardı. İnanması zor ama gerçek :S

29 Ekim 2008 Çarşamba

Ahh Mustafa Ahhhh !

Ben öyle oturupta bu blogda film falan yorumlamadım hiç. Kolay kolayda yorumlamam. Ama “Mustafa” benim hayatımda merakla beklediğim nadir filmlerden biriydi. Haftalardır bunu bekledim. Vizyona girdiği ilk gün gidilebilecek en erken saatte sinemaya gittim. Bir tatil günü olmasına rağmen…

Saat 11 seansında kendime yer buldum ama enteresan ki tüm seanslar dolmuş. Sadece 11 de yer var. Gerçi gelenlerin profilleri konusunda yanılmadım. 13-19 yaş arası teenager tabir edilen yeni yetmeler ve çok yaşlı dedeler amcalar teyzeler. Bir sap ben vardım :P
Günlerdir insan bir şey bekleyince ister istemez bir beklenti oluşuyor. Benim beklentilerim;
- Atatürk’ün çocukluğu
- Annesi ile olan ilişkisi
- Aşk hayatı
- Hobileri
- Fobileri
- Dış politikada ki görüşleri
- Vb…
gibi konularda bilmediğim yönlerini keşfetmekti.
Aslına bakılırsa filmin tam bir Atatürk biyografisi olacağını hiç beklememiştim. Ama tam anlamıyla bir biyografi olmuş. Hayatının filme alındığı yarı belgesel. Açıp kitapları okusanız 3 aşağı 5 yukarı aynı şeyleri bulursunuz. Maalesef beklentileri karşılamak konusunda bu yönü ile zayıf kaldı.
Ayrıca, hayatının bir yönüne odaklanıp ayrıntılı bir anlatımı olur sanmıştım ama kronolojik sıra ile yaptıklarını anlatmışlar. Bence bu film olsa olsa iyi bir ders materyali olur.
Müzikler şahane. Müzik kulağım yoktur ama bence çok güzel olmuş. En etkileyici taraflardan biri. Ayrıca kullanılan az ama öz animasyonlar da etkileyiciydi.
Yine de aklıma takılan en önemli konu bu filmin bir gişe film olarak yapıldığıydı. Reklamı dayayalım insanlar gelsin bizde küfemizi dolduralım havasında bir film olsun. Lanet olsun bu kapitalizme !
Belki de çok şey bekleyerek ben hata yaptım ya da ben doyumsuz biriyim. Bilmiyorum. Hiçbir ayrıntı yok demiyorum ama beklentilerimle kıyaslarsak çok yavandı.

25 Ekim 2008 Cumartesi

... ! SUS ! ...

Hayatımda utandığım en büyük şeylerden biri saygıdan yoksun devletimiz ve onun ideolojik yaklaşımları olmuştur. Dünyayı anlamaktan ve halkının refahından daha büyük önceliklere sahiptir bizim devletimiz. Kağıt üstünde laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir. Ama aslında, ne laiktir, ne demokratiktir ne sosyaldir ne de hukuk devletidir.

Bu blogda ben ideolojik yaklaşımlarıma hiç yer vermedim. Popüler konular, polemiğe müsait mevzular hep blogumun dışında yer aldı. Yalnız, 24 Ekim saat 16:00’da alınan mahkeme kararı ile blogger ın kapatılmasına kızdığım kadar Fenerbahçe’nin Arsenal’den 5 yemesine kızmadım.

Kapatılmanın haklı görüleceği konular olabilir. Mesela, adam birisinin telif hakkı olan ürününü satmaya çalışıyordur. Saygı duyarım ve kapattırırım siteyi. Ama milyonlarca kullanıcısı olan ve çoğu sıradan insanların bloglarını kapattırmak nasıl bir zihniyetin ürünüdür?

Bu ülke dünyanın en büyük 17. ekonomisi. Avrupa’nn en büyük 2. nüfusuna sahip. Yine, dünyanın sayılı metropellerinden İstanbul’u bünyesinde bulunduruyor. Tüm doğu toplumları içinde en uzun süreli anayasal düzeni uygulayan ülke. Peki şu an ki; utanç verici durum bu resmin neresi ile örtüşüyor? Resmen bizi bütün medeniyetin temel kriterleri ile ilgili olarak genel kabul görmüş konularda küçük düşüren uygulamalar bunlar.

Ülkemin gelişmesi için elimden geleni yapıyorum. Birey olarak mümkün olan en büyük fikri ve maddi katma değeri üretmeye gayret ediyorum. Bu tür bir çaba içinde olan biri olarak, bu yazıyı yazmayı da hakkım olarak görüyorum. Bana reva görülen bu utanç ve sopa ile eğitme eğilimi bu devletin tüm organlarına karşı nefret duymama neden oluyor. Zaten, tüm devlet kavramının kutsallığını sorgulayan biri olarak içimdeki anarşisti uyandıran bu uygulamalardan utandığım kadar bu ülkenin hiçbir şeyden utanmıyorum.

“Cennetvari, bir ülkede yaşıyoruz.” Bu küçüklüğümüzden beri bize öğretilen hatta dikte edilen bir cümledir. Ama bir ülke sadece kendiyle övünüp içi bu kadar boş olabilir mi? Kendi halkına bu kadar aşağılık muamele edipte dünya liginde saygı duymayı nasıl bekleyebilir? Ne zaman bu yasakçı jakoben 40lardan kalma devlet anlayışını bırakacağız?

Daha önce youtube.com aylarca kapandı. Yurdum insanı çözümü buldu. Bir sürü Proxy tunnel programları dolaşıyor piyasada. Sonuç, bu kapatma kararını alanlar için tam bir fiyasko oldu. Resmen dalga geçilen bir karar bu artık.

Bu tür şaklabanlıklara artık muhatap olmak istemiyorum. Verdiğim vergileri de haram ettim bu devlete. Şimdi tek hedefim ilk fırsatta adam yerine konulacağım bir yere gitmek.


NOT: Yurdum insanını böyle engellerin durduramayacağını bu yazının cezalı bir sitede hala yayınlanabiliyor olması göstermektedir.

22 Ekim 2008 Çarşamba

Kafam 1000bir Parça


Kendimi zayıf hissediyorum. Aciz, güçsüz, dermansız,avare...

Etrafıma bakıyorum. Herkesin birileri var. Zor duruma düştüğünde arkasına dönüp destek alabileceği birileri. Kimisi için annesi, kimisi için babası, kimisi için bir dostu, kimisi için hayat arkadaşı. Ben hayatımda hiç böyle bir figüre sahip olmadım. Hep bir şeyleri tek başına yapan biri olmak zorunda kaldım. Bu durumda, yaptığım ve yapmaya çalıştığım şeylerin her daim "ait olduğum" ortama zıt şeyler olmasının ve etrafımda tecrübe edilmemiş şeyler olmalarının payı var. Bundan dolayı yol göstericim, akıl fikir danışacağım biri hiç olmadı.

Ama en temel konularda dahi hata yapma payımın sıfır olması beni çok yoruyor. Her zaman mükemmel olmak zorunda hissetmek ama bu baskı yüzünden risk alamamak beni artık çok daralttı. Kendimi zincirlenmiş hissediyorum. Bazen düşünüyorum: mecburen sahiplendiğim sorumluluklar olmasaydı ne yapmak isterdim diye?

Aslında yapmak istediğim bir şey ya da peşinden beni sürükleyecek bir hayalim yok. Hep böyle miydim sonradan mı böyle oldum hatırlamıyorum ama içim tamamen boşaldı. Ruhumda heyecan kalmadı. Kurbanlık koyun gibi hissediyorum kendimi. O kadar çok kişinin hayatı benim yaptıklarımdan etkilenecekmiş gibi hissediyorum ki, herşey anlamını yitirdi artık. Resmen top çeviriyorum. Acilen beni hayata konsantre edecek bir hedef bulmam lazım.

Hayatımda şikayet edecek hiçbir sorunum yok (çok şükür) En azından somut olarak. Mutlu falan değilim. Güvende hiç değilim ama bu gün gibi olacaksa eğer; hayatımın geri kalanını rahatlıkla kabul edebilirim. Fakat, biliyorum ki hiçbir şey stabil değildir ve değişecektir. Değişimin aşağı ve kötü yönlü olmaması için acilen bu günden kendimi toparlamalı ve birşeyler yapmalıyım.

Bu noktada başa dönüyoruz. Ne yapmalıyım?


18 Ekim 2008 Cumartesi

Modern Beddua


Bir insana beddua etmek iyi birşey değildir. Ama bazen lazım oluyor. Eğer beddua edesiniz gelirse;


"Sabah ve akşam çalışanların en yoğun olduğu saatlerde Metrobüse binesin emi !!! "


şeklinde bir beddua gerçekten yerinde olur. Zira, ben ben olalı böyle bir zulüm görmedim. Allah her gün kullanmak zorunda olanlara sabır versin.

14 Ekim 2008 Salı

İçimdeki Şeytan


Hayatımda inandığım değerleri baz alan bir anlayışım var ve bununla çelişmem. Değerlerimdende taviz verdiğim görülmez. Ama maalesef her insan gibi zaaflarım var.

Hayatta en dayanamadığım şey israf. Millet küresel ısınma konusunu yaşadığı yerde su kalmayınca idrâk etti ama ben evime aldığım tüm beyaz eşyayı A+ alan biriyim mesela. Bunu gidip 300-400 ytl fazla para vermeyi kesinlikle bir harcama kalemi olarak düşünmedim. Su ve elektriğin harcanması yerine para harcamayı tercih ettim zira geri dönüşümü zor olan kıt kaynakları harcamak büyük israf.

Mesela evimde, kağıtları, camları ve diğer atıkları bile ayırtıyorum. Bunun için aile içi psikolojik baskı bile uygulamam gerekti ama alıştırdım milleti. Benim dırdırımı çekeceklerine ayırıyorlar :))
Tabii, pet şişe kullanımını minimumda tutmak, poşet almamak vb önlemleri saymıyorum bile.
Şirket içi eğitimlerin de müdavimi oldum bu küresel ısınma ile ilgili konularda. Daha birkaç hafta evvel küresel ısınmanın tehdidine dair 150 kişiye sunum yaptım. Adım çıkmış. Millet takıntılıymışım gibi bana davranıyor ama ben benden öncekilere küfür ederken en azından benden sonrakilerin bana küfür etmesini önlemek üzere elimden gelen şeyleri marjinal kalmak pahasına yapıyorum.

Gerçi ben dağ, taş, ova, yayla, köy çocuğu değilim. Pikniğe bile gitmem. Yalnız asla ve asla çevreye duyarlılığın bu kadar basite indirgenemeyeceğinin bilincindeyim. Önemli olan joking, hiking yapmak değil daha az tüketmek.

Ama... Benim de bir zaafım var. Bu zaaf: (maalesef) giyim kuşam konusunda dünya görüşümle aynı muhafazâkarlığa sahip olamamam. Temiz ve şık olmak benim için bir takıntı resmen. Bunun için para harcamaktanda çekinmiyorum. Tabii bunu derken abarttığımı sanmıyorum ama yine de vicdanım sızlıyor. Mesela, neden eskimediği halde ceket almaya devam ettiğimi, gömleklere olan tutkumu ve olmazsa olmaz ayakkabı merağımı çözebilmiş değilim. İhtiyacım olandan daha fazla ürüne sahibim ama hala almaya devam etmek konusunda dürtüme hakim olamıyorum.

Daha kötüsü, işim gereği sürekli alışveriş yerlerinde takılıyorum ve nefsimle mücadele etmek çok zor oluyor. Ama insan ZARA'ya girip boş çıkabilir mi? (Hafifletici nedene bak :P )

ne demek lazım?

LANET OLSUN İÇİMDEKİ BU TÜKETİM DUYGUSUNA !

11 Ekim 2008 Cumartesi

Düğün Heyecanı


Evlilik seremonisi ya da yaygın adıyla düğün denen organizasyon enteresan bir olay. Hiç bir rasyonel yanı olmayan bir şey kanımca.

Olay şu şekilde cereyan ediyor. İki genç insan evladı (ki bunların karşı cinslerden olması gerekiyor) karar veriyor ve "hadi hayatımızın geri kalanını beraber geçirelim" diyorlar. Buraya kadar anlaşılır birşey zira yalnızlık Allah'a mahsus ve neticede de herşey çiftler halinde yaratılmış. Bunu Kutsal kitab da konu ediyor zaten.

Bana irrasyonel gelen ise bu kararın kutlanması için şenlik yapılıp kıt kaynakların israf edilmesi. Yani tamam evleneceksiniz ama niye bunu millete yemek, eğlence ve mekan ayarlayarak yapıyorsunuz ki. Gidin imzanızı atın bitsin. Neticede evlilik karşılıklı güvene dayalı sosyal bir akittir. Sanki sen orada imza atmasan hayatı paylaşma kararını alamaz mıydın? Bilinç altında yatan şey (fark etmesek de) toplum tarafından onanmak dürtüsü. Eğlence de bu onanma ihtiyacının bir yansıması. El aleme ilan ediyorsun: "bu adam/kadın benim. Dokunanı yakarım !"

Yasal bir zorunluluk olarak evliliğin algılanması M.S dönemlere Roma hukunun felsefesine dayanıyor zaten. Ondan önce böyle bir zorunlulukta yok. Hatta daha geriye git M.Ö 6.-7. yüzyıla kadar evlilik kavramı da yok. Burdan hareketle genel kabule dayanan bir kavram bu evlilik. Tıpkı kağıt para gibi birşey. Kendisi kağıt üstünde ama değeri zihinlerde.

Şimdi gelelim kaynak israfı boyutuna. Yahu zengin bir insan değilsen ortalama maliyeti 5-10 bin ytl olan bir organizasyon yapmak niyedir? Madem o parayı harcayacan git balayında harca. Ben mesela, düğün yapıp elalemi eğlendireceğime gidip balayında kuzeyden güneye Hindistan'ı gezmeyi istiyorum. Hadi Hindistan olmadı, Şili-Brezilya-Arjantin yapalım. O da olmadı Malezya olsun hadi hiç biri olmadı yahu git paranı bankaya yatır gelecekteki çoluk çocuğuna harca. (Tabii bu felsefemi kabul edebilecek bir gelin aday adayının adayı bile yok ve muhtemelen TC sınırlarında da olmaz :P Ama hayal dünyası işte)

Düğünlerin değinmeden geçilemeyecek diğer bir zararı daha vardır. Bu da bu organizasyonun çok kompleks olmasından dolayı hazırlık aşamasında iki tarafına ailesinden organizasyona musallat olan akrabaların fitne ve fesatlarıdır. Bu şahısların neden olaya müdehale ettikleri bilinmemekle birlikte benim teorilerim: Canları sıkılması ve kendilerine aksiyon arama ihtiyacı, kıskançlık ya da her durumdan vazife çıkartma dürtüsü. Bu tür insanlar bazen o kadar etkili olurlar ki; gelin ile damadın tartışmaması ve ilişkilerinin yıpranmaması mümkün değildir. Bir hiç uğruna ve sadece birkaç saat sürecek bir organizasyon için katlanılan bu sıkıntı bana anlamsız geliyor. Ayrıca hadi evlenecek çifti geçtik ailelerde çatışır bu süreçte. "Yok senin dediğin olsun yok benim dediğim". Al başına belayı. Sonra zavallı gençler arada kalırlar. Bazen bu düğün anlaşmazlıkları yüzünden ailelerin arasına öyle soğukluklar girer ki, yıllarca çözülmez.

Tabii hatun kişilerin, küçüklükten beri hayallerini düğün günü süsler. Tüm toplum nedendir bilinmez bu gelinlik olayına takıntılıdır. Her yerde bunu işleyerek küçücük mini minicik kız çocukların beyinlerini zehirleyip facianın temellerini atarlar. Sırf gelinlik giymek için düğün yapan insanlarla tanıştım ve "yuhhh artık" dedim. Nasıl bir zihin manipülasyonudur bu yawww. Bu hayalin bu kadar işlenmesi yerine evliliğin temellerine ya da çocuklarını nasıl yetiştereceğine dair konulara eğilseler evlilikler eminim çok daha kolay olurdu. (Bu tür konulara eğilmek sadece kadının görevidir demek istemiyorum. Eşgüdümün olması gereken bir konu.)

Şimdi ben niye gaza gelip böyle bir konuya değindim. Bir arkadaşım daha bugün evleniyor. Hem de cumartesi günü. Ya bari evleneceksiniz niye hafta ortası değil? Niye hafta sonu evlenip güzelim günümü ziyan edersiniz? Hafta içi evlen iş çıkışı geleyim işte :P Ben düğün organizasyonunu gereksiz bulduğum kadar ortamda bulunmaktan da sıkılıyorum ama adam yerine koyup davetiye gönderen ve hatrı için çiğ tavuk yiyebileceğim arkadaşlarımın davetlerine icabet etmem gerekiyor. Toplum içinde yaşamanın bir gereği ve bedeli bu.

Yine de düğünler insanların mutlu olduğu ya da en azından öyle göründüğü ortamlar ve bu biraz olsun ortamı çekilir kılıyor.

Ayrıca bu altın fiyatları psikopata bağladı ve benim son birkaç haftada o kadar çok arkadaşım evlendi ki, resmen gelir-gider tablomda düğün masrafları diye bir kalem oluşturdum. Benim acilen evlenip bu masrafları amorti etmem lazım. Yoksa bütçem moratoryum ilan edecek :-(

9 Ekim 2008 Perşembe

Keşke (2)


Keşke, her gün bayram olsa.
Keşke, Türkiye çöl olmasa.
Keşke, Olimpiyatlar, Avrupa Şampiyonası, Dünya Kupası, Türkiye'de olsa.
Keşke, pazartesi sendromu olmasa bütün, günler cumartesi gibi olsa.
Keşke, her zaman 2+2=4 olsa.
Keşke, birimiz hepimiz-hepimiz birimiz için olsak.
Keşke, hayallerin hiçbiri hayal kırıklığına dönüşmese.
Keşke, acıları hemen unutsak mutlulukların tadı ömürlük olsa.
Keşke, gelecek garantisi diye bir şey olsa.
Keşke, sadece istediğimiz şeyleri düşünebilsek.
Keşke, çevremizde sadece istediğimiz insanları tutabilsek.
Keşke, bilim insanları haplar icad edip bu yemek için harcanan zamandan beni kurtarsa.
Keşke, herkesin bir gün Fenerli olacağı gün, bugün olsa.
Keşke, vize denen bela olmasa ülkeler arası seyehat için sadece istemek yetse.
Keşke, çekilen fotoğraflarla birlikte o andaki duygularıda ebedileştirebilsek.
Keşke, birbirimiz anlamak için aynı dili konuşmak yeterli olsa.
Keşke, zaman makinası olsa.
Keşke, herkes istediği işi yapsa ve yinede hayatını idame ettirebilse.
Keşke, "yurtta sulh cihanda sulh" olsa.
Keşke, patates kızartması, çikolata, hamburger ve hamur işleri sağlığa zararlı olmasa.
Keşke, hayatta "Undo" butonu olsa.
Keşke, açgözlülük olmasa ve refah eşit paylaşılsa.
Keşke, damlaya damlaya göl değil okyanus olsa.
Keşke, hayattaki başarı ve başarısızlık kriterleri ÖSYM sınavları gibi olsa ve sıranı kendi performansın ve kaderin belirlese. Ailen, ülken ve torpillerin etkisi olmasa.

NOT: Keşke yazısının devamı.

6 Ekim 2008 Pazartesi

Sahalara Dönme Girişimi


2004 yılı benim profesyonel öğrencilik kariyerimin son yılı olmuştu. Yaptığım iktisat yüksek lisansından devamsızlık nedeniyle atılmam sonuncunda jübilemi yapmak zorunda kaldım ve çok sevdiğim (?) akademik yaşamıma son verdim.

Aslında o yüksek lisans programına girmem de bir mucize eseri olmuştu ve ama girdikten sonra saçma sapan %70 devamlılık kuralına takılıp kaldım. Mecburen çalışmam gerekiyordu ve işe giderken okula gitmem çok mümkün değildi. Hocalar da sağolsun hiç tolere göstermeyip VF yi çaktılar. Halbuki, üniversite lisansında dahi ben haftada en fazla 2 kere okula giderdim ve onda da derslerde uyuduğum için ya atılırdım ya da takip ettiğim dergi ya da kitapları okurdum. Buna rağmen 4 yılda okulu bitirdim çok şükür ki, okulu bitirirken devamsızlık sorununu Anadolu insanının yardım severliği sayesinde aşıyordum. (Benim yerime yoklamalara imza atıyorlardı :P) Gerçi bir keresinde hocalardan biri bu durumu tespit edip bizi disipline verme girişiminde bulundu ama ufak bir uyarı ile yırtmayı başardım :)

Benim hiç öyle "bana biri konuyu anlatsında öğreneyim" diye bir eğilimim olmadı. Hayat felsefem hep "Bir konunun kitabı varsa yaparım !" olmuştur. Ondan dolayı F aldığım tüm derslerin nedeni ya vize/finale uyuduğum için gidemem, ya derslere gitmediğim için sınıfın yerini bulamamam (çok aptalca ama başıma 1den fazla geldi) ya da en büyük ihtimalle notları alacak kimseye ulaşamamış olmam teşkil eder.

Tabii, bu öğrenci profili yüksek lisans hocalarına pek tanıdık değildi ve sıkı bir devam istediler. Aslında gittiğim derslerde de o kadar çok sıkıldım ki benim için tam zaman kaybı oldu. Halbuki vizelerimde ortalama üstü notları aldım zira, kitaplar vardı ve zevkle inekleyebildim. Ama şu an ne yapıp edip atılmamayı çok isterdim. Elimden gelen çok birşey yoktu ama af çıkmasını ya da ALES'e girip başka bir üniversite de yüksek lisansı tamamlamayı gerçekten çok istiyorum.

Dün, geçen yılın ALES sınavını çözdüm. Hamlanmışım bu test konusunda ama yinede sayısalda 80 de 6 yanlış gibi bir performansım var ki bu arada gelen maillere ve telefonlara da aralıklarla cevap vermem gerekti. Sözelde de 7 yanlışla olayı bitirdik. Bakalım maç saatinde ne olacak? :P

Gerçi konuyla alakası yok ama ben bu ALES ve KPSS hadisesini hiç anlamam. Devlet zaten öğrencileri ÖSYS ile seçip kendi okullarına yerleştiriyor ve sonra mezun olanlara bir daha ÖSYS muadili hiç kalitesi olmayan sınav daha yapıyor. Yahu, niye aynı sınavı yapıyorsun? Bari, insanların akademik geçmişlerindeki gelişmeyi tespit edebileceğin bir sınav yap ! Neyse, bu konu sistem sorunu ve 100000 larca kişinin yorum yaptığı bir konuya eğilmeyeceğim.

Velhasıl-ı kelâm: " gâzam mübarek olsun ! "

29 Eylül 2008 Pazartesi

Bayram Kokusu


Hayatta küçücük zevklerim vardır. Bu zevklerden belki de en güzeli bayram sabahlarındaki atmosferden aldığım zevktir.

Bayramlar benim için sabah namazı ve akabinde de bayram namazı ile başlar. Bayram namazları belki de yaşanabilecek en uhrevi ortamdır ve sadece (ve sadece) bu ortamda insanlarla olan güven problemim ortadan kalkar ve aynı şeyleri hissettiğine inandığım kişilerle olduğumu düşünürüm.


Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, La İlahe İllalah

Allah-u ekber, Allah-u Ekber, Ve Lillahil Hamd

bu cümlelerle birlikte ruhuma huzur çöker. Okyanusdaki bir damla gibi hissederim adeta.

Tabii, sonrasında annemin hazırladığı kahvaltı vardır. Her bayram hiç aksatmadan yaptığı hamur kızartması eşliğinde yaptığımız bu kahvaltı özellikle ramazan bayramlarında anlamlıdır, zira bir aydır ilkkez kahvaltı yapılmaktadır. Sabahları çay içebilmenin verdiği keyifle Allah'a bir kez daha şükrederim: bana verdiği tüm nimetler için.

Ama bayramların benim için en karakteristik özelliği sabahları başlayan ve gün eskiyene kadar devam eden bayram kokusudur. Bu nasıl bir kokudur bilmiyorum. Belki de hiç böyle bir koku yoktur ve benim yanılgımdır. Ama bu koku benim içime umut dolduran, neşelendiren ve bitmesini istemediğim tüm güzelliklerin adeta temsilcisidir.

Bunları yazarken bile doya doya içime çektiğim bu koku sanırım benim için ölümüme kadar hep özlemle bekleyeceğim ve geldiğinde "bayram" edeceğim yegâne şeydir.

Ay em nat LOST (1)


Geçenlerde yaptığım bir listem vardı. Tam bağlıyıcığı olmayan bu listeye göre LOST'u da izleyecektim.

Öncelikle her türlü popüler şerye karşı acayip bir alerjim ve hatta gıcığım var. Bu yüzden LOST'u daha önce gündemime hiç almadım. Ağzı olanın yorum yaptığı ve "süper" dediği bir diziyi izlemek hoşuma gitmiyordu. Her neyse, bayram tatili vesilesi ve önümde 2-3 oruçlu günü evde geçirme gereği duyunca zaman geçirmek için elimde ya football manager ya da LOST kaldı. Fimler de var ama süreklilik arz eden birşeylerle uğraşma gereği duydum. Beynimin ambele olup başka şeylerle ilgilenmesini engellemem lazımdı. Bir tür uyuşturucu :P

Bu şekilde girdik bizde LOST dünyasına...

Şimdi kendimce birkaç izlenimimi kayıt edeyim de sonra kendimle çelişecek miyim bir kontrol ederim :)

1- LOST beni şu ana kadar (2. Sezon 13. Bölüm itibari ile) heyecanlandırmadı maalesef. Belki de ön yargılarımın neticesi. HEROES ya da PRISON BREAK teki heyecanı yok :( Zaten heyecanı olsa oturup yazmak yerine izliyor olurdum sanırım :)

2-Oyuncuların abartıldığı kadar iyi olmadıklarını düşünüyorum. En iyi oyuncular Hurley, John, Charlie. Baş rollerdeki esas oğlanlarla kızlar sadece fiziksel özellikleri nedeniyle baş roldeler bence.

3- Bazı tahminler yürütmüştüm filmin çeşitli bölümlerinde.

a-Boone, Shannon ve Micheal ölür demiştim. Şu ana kadar Micheal ölmedi. Gerisi Hakkın rahmetine kavuştu bile :)

b-Adada başka kurtulanların olması lazım diye düşünmüştüm ve gerçektende varmış. 2. sezonda görüldü:)

c-Sığınakların 2. Dünya savaşından kalma olması gerekiyor ama henüz bu konuda bir belirti yok. Sanırım yanıldım :(

d-Claire'in bebeğinin daha ön planda olacağını sanmıştım ama olmadı.

e-French Chick (Rousse diye yazılıyor sanırım :P) bence iyi bir kadıncağız ama henüz bir atraksiyon yok bebeği kaçırması haricinde. Sonuca etki edecek bir hareket bekliyorum kendisinden.

f- Genel olarakta eğer bütün bu anlatılan bir tür rüya, momento ya da zaman kırılması falan olarak ortaya çıkarsa hiç şaşırmam.

g- Bence yazar filmi 2. sezon bitirmek istedi ama popüleriteden dolayı bitiremedi. Bir sonuca doğru gider mi dizi emin değilim?

4- Neticede zaman geçirmek için iyi ama fanatik olunacak kadar kaliteli gelmedi bana dizi. HEROES'u gece gündüz izleyerek bitirmiş biri olarak yavan kaldı :(

Neyse daha önümde 1.5 sezon var. Belli mi olur belki yanılırım?

27 Eylül 2008 Cumartesi

Babam ve Ben


Bugün İstanbul'da yağmur yağıyor. Tam sevdiğim gibi...Hava soğuk, yağmur da şiddetli değil. İşe gitmek için hiç acele etmedim. Evden çıktıktan sonra usul usul ve yolumu da biraz uzatarak yağmurda yürümek için kendime bahane yarattım.

Evden çıkarken babam da kalkmıştı ve hazırlanıyordu. Aslında güzergâhlarımız büyük ölçüde uyuşuyordu. Ama ben ondan hızlı hareket ederek ve haber vermeden çıktım evden. Son haftalarda "eğmeği uzatır mısın?" , "tuzu verir misin?", "su nerde?" şeklinde ki sofra dialoglarının haricinde hiç bir dialogumuz olmuyor zaten.

Yağmurda yürürken, aslında benim babamla hayat boyu belini kırdığım kelime sayısının belki 1000'i geçmediğini düşündüm. Sağlıklı bir iletişimimiz hiç olmadı.

Ama önce babamdan bahsetmeliyim. Babam aslında çok iyi bir insan. Etrafındaki herkes kendisini çok sever. Şimdiye kadar kendisi hakkında kötü bir şey diyen çıkmadı. Tabii, bunun temel nedeni çok temiz kalpli bir insan olmasında yatıyor. Hiç kimse hakkında sui zan etmez. Ona göre herkes iyidir. Ta ki; birisi onu aldatana ya da kazıklayana kadar. Hayatının tamamını ailesine adamış bir insandır. Ailesi derken yanlış anlaşılmasın, annesi, kardeşleri falan filan. Kendi kurduğu aileyi hep ikinci plana bırakmıştır. Acayipte çalışkan bir insandır. Bildim bileli bir şeylerin peşinden koşar ve gayret eder. Çoğu boş şeylerdir ama yine de yerinde duramaz. Belki de, bizimle vakit geçirmek yerine bu maskenin altına saklanıyor. Bunu hiç bir zaman bilemeyeceğim. Hiç bir kötü alışkanlığı olmadı benim babamın. Belki de bende bu yüzden hiçbir zaman ajandama bu tür alışkanlıkları almadım. Bana iyi örnek mi oldu nedir? Mesela kendisini, hiç sigara, içki içerken görmedim. Hiç bir zaman (anne-babasına gittiği zamanlar hariç ki bu haftanın 8 günü yapar. Evet yanlış değil 7 günün 8inde) eve geç gelmez. Bu durumda, büyük ihtimalle annem haricinde başka bir kadın olmadı hayatında (Bu yaşıma geldim hala sigara, her hangi bir alkol türünü tatmışlığım yoktur. Ayrıca evli olmamakla beraber her zaman tek eşlilik taraftarı olmuşumdur ki bu ortalam Türk erkeğinin genel eğiliminin oldukça dışındadır.). Ayrıca şu an aklıma gelmeyen başka iyi özellikleri de vardır mutlaka ama gerisi aklıma gelmiyor.

Benimle babam arasında ki ilişki de ise ben bildim bileli sorunlar olmuştur. Hakkını yememen lazım bana asla şiddet uygulamamıştır babam. Ama diğer yandan hiç bir zaman beni sevdiğini de hissedemedim. Bana baktığında boş boş bakan biri görüyorum sadece. Bazen hayal kırıklığı...

Halbuki, örnek gösterilecek bir evlat olduğumu düşünmüşümdür. Ailemi utandıracak hiç bir hata yapmadım. Kötü arkadaşlıklar kurmadım. Ergenlikte dahil hiç bir kötü alışkanlığım olmadı. Halı saha maçları hariç okuldan bile kaçmadım. Okullarımda hep en iyilerden biri olmuşumdur. Derecelerim bir yana aldığım burslarla da aileme yük olmadım. Türkiye'nin en iyi okullarını kazanmış olmak bile babam için bir şey ifade etmedi hiç bir zaman. Benimle ilgili iş hayatımda da hiç bir zaman utanç verici birşey yapmadım. Harama el uzatmadım.

Ama neden bilmiyorum babam hiç benimle iletişime geçme gereği duymadı. Ben, O'na sanki bir cezaymışım gibi davrandı. Defalarca etrafımda "keşke senin gibi bir oğlum olsa" diye iltifatlar duymuşken babamdan en ufak bir ilgi görmedim. Her zaman beni yalnız bıraktı. Maddi olarak bize sunduğu çok yetersiz olanaklar yüzünden bile kendisini hiç suçlamadım (gerçekten elinden gelenin en iyisini yaptığına inanıyorum) ama en azından üniversite sınavında nereyi kazandığımı sorabilirdi? Ya da, veli toplantılarıma gelebilirdi. Ya da, benimle bir kez olsun maça gidebilirdi. Tamam belki futbolu sevmiyor olabilir ama en azından hangi takımı tuttuğumu merak etmemesi garip değil mi?

Sonra bir de bitmek tükenmek bilmeyen şikayetleri var..."sen adam olmassınız", "sen nasıl üniversite okudun?", "ne olacak senin bu halin?"... Bunlara nasıl dayanıyorum artık ben bile anlamıyorum. Sanırım iletişimi keserek kendi tepkimi veriyorum. Bunu anlıyor mu bilmem?

Beni en çok zorlayan şeyler hep hayatımda bana yol gösterecek bir figürün olmamasından kaynaklı olmuştur. Güçlü bir baba ya da abi figürünün hep eksikliğini duydum hayatımda. Bundan dolayı herşeyi kendim halletmek zorunda kaldım. Mesela, ergenliğe ilk girdiğimde vücudumda ki değişikliklerin farkına varmakla ne yapmam gerektiğini bir türlü bilememiştim. Burada bile bana yardımcı olmayan bir babam var benim. Ya da hayatımla ilgili ne yapacağıma dair kararlar alırken bir kez olsun sormadı ne yapmak istediğimi.

O zamanlara dönüp baktığımda bu durum benim kişisel gelişimimi çok etkilemiş. Belki de bu sayede, kendi ayakları üstünde çok rahatlıkla duran, ekmeğini taştan çıkaran, gerektiğinde acımasız olabilen biri olabildim. Tam 1 erkek yani (?) ! Hayatta hiç kimseye ihtiyaç duymadan yaşamak konusunda uzmanlığımın temelini babam sayesinde attım. Yalnızlık hissiyle yaşamanında tabii ki...Kimseden korkmamamın sebebide babam. Zira, birçok kişi korkuyu önce babalarından öğrenirler. "babana söylerim haaa!" şeklindeki bir geyik hiç olmadı hayatımda. Bu geyiği yapanlara da cevabım, "ee? söylersen ne olacak?" oldu. Korku yerine pervasızlığı öğrenmiş olduk böylece. Protest bir tip olmamın altında da bence bu yatıyor.

Yalnız, bazen düşünüyoru. Ya babam ortalama bir baba gibi bana davransaydı? Nasıl değişirdi hayatım. Daha mutlu, daha başarılı, daha sevecen olur muydum? Cevabını öğrenemeyeceğim bir başka soru da bu.

Hani hayatta bazı şeylerin eksikliğini hissedersiniz yaa, benim arkama baktığımda bana destek olabilecek kimseyi görmüyor olmam en büyük eksikliğim. Zorda kaldığımda dertleşebileceğim, yardımcı olamasa da benim için endişelenen ve kederlenen birinin olmamasının yarattığı boşluk hiçbir zaman dolmayacak.

Brahman, Krişna, Meditasyon... Hikmet arayanlara...


Hayatımdaki çok nadir dostlarımdan birine gelen mektubu burada yayınlama ihtiyacı hissettim. Gerek duydukça bakabilmek için.

... Uzun zamandır büyüklerine gerekli ilgiyi göstermeyen, bu sebeple aramaya sormaya ya da iki satır yazmaya yüzü olmayan Ufuk’un yerine ben (Andon) bir şeyler yazayım istedim. Böylelikle hem geçmiş bayramınızı kutlayayım, hem de sizlere ünlü Hint destanı Bagavad Gita’dan hikmetli bilgiler aktararak faydalı olayım istedim.

Bagavad Gita günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce ortaya çıkan ve ozan Vyasa tarafından söylendiği düşünülen ünlü Hint destanı Mahabarata’nın içinde yer alan bir bölümdür. Bagavad Gita’nin evrenselliği, iletisini belli bir inancın, sınıfın ya da cinsin egemenliğine sokmadan, çok geniş anlamda sunabilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu iletiyi kavrayabilmek için belli bir inanç sistemine bağlı olmak gerekmez, çünkü “Brahman”, dinler ve tanrılarüstü bir kavramdır... Lafı fazla uzatmayayım, Hint felsefesinin bu güzelliklerinden – kendi ifadelerim ile olacak ama – size aktarayım;

“Yaratıcı, insanların düşündükleri şekildedir, herkese anlayışınca ulaşır. İnsanlar ihtiyaçlarını Yaratıcı’dan isterler ve alırlar. Din denilen kavram insanlara iyiyi anlatmaktır. İyinin yanı sıra, insanların kötülüklerinin, günahlarının da bir anlamı vardır. Eğer insan ümit kesmez ise, Yaratıcı zaten bu günahları affedecektir. İnsanların değerlendirilmesinde, dış görünüşleri değil, duygu, düşünce ve yaptıkları işler önemlidir. Yaptıkları işlerde de, o işi, ne düşünerek yaptıkları önemlidir. Yumuşaklıkla yapması da önemlidir. Bu yolu takip eden insan yumuşaklılığıyla, insanlığıyla ayırt edilebilir. Sertliği sadece kendisine karşıdır. Diğer insanlarla ilişkisi Yaratıcıyla da ilişkisidir aynı zamanda. İnsanlarla arasını bozmaz. Ve dahi başkalarının aralarındaki anlaşmazlıkları da giderir. Tanıdığı tanımadığı herkese dost olduğunu gösterir. Kendi için istediklerini sevdikleri için de ister. O sevdikleri ile birlikteliği de süreklidir zaten. Sevdiklerine engel olabilecek şeyleri, onların önünden kaldırır hep. Sevdiklerini hatırlar, mutlu eder. Sevdikleriyle münakaşaya girmez. Kimseye yalan söylemez. Konuştuğu zaman iyilik için konuşur, yoksa konuşmak gereksizdir onun için. En yakın çevresinden başlayarak insanların gönlünü yapar, annesi, babası ve hatta komşuları çok önemlidir. Hasta olanlara ilgisi yine inanışının gereğidir. Diğer yandan hastalık da Yaratıcı’nın bir lütfudur. İlime büyük değer verir. Fakat en büyük ilim sahibi bile, en büyük tevazu sahibi de olarak, önünde ayağa bile kalkılmasını istemez. Bu güzel insan modeli, dişlerin temizliğinden, saçların taranmasına kadar kusursuzdur. Doğaya karşı da, diğer varlıklara karşı da kusursuzdur., Sokaktakine, evdekine, hatta yemek için keseceği hayvana bile.. İbadete gelince.. Her yer ibadet yeridir insan için. Ama o ibadet bile, insan sevgisinden kopuk değildir.Zaten bilge kişinin dediği gibi, Rahmet için gelmiş bir inanıştan başka ne beklenir. Çoğu zaman insanlar arasında bu söylenilenlerin uygulanması zor gözükse de bir tohum dikerek bile bir çok şey kazanılabileceğini insanlara anlatmak gerek.. Ne demişti bilge zat: "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın ve müjdeleyin." Bir rivayette de: "...Isındırın, nefret ettirmeyin..."

Fakat dur bir dakika yahu.. Bu son yazdığımı bir yerden hatırlıyorum. Bu Hint inanışı falan değil?.. Şu kitaba bir daha bakayım.. Aha, bu kitapta nedir yahu? Kütübü Sitte imiş.. Hay Allah. Nasıl da karıştırdım kitapları!?.. Sizlerin de değerli vaktini aldım. Kusura bakmayın. Böyle olacağını nereden bileyim. Bu mektubu da göndermeli mi acaba? Kimse okumaz ki? Eğer Hint, Çin, Japon olsaydı.. Hay Allah, tekrar kusura bakmayın... Ama söz.. Bir dahaki sefere Reiki, Yoga, Buda, NLP konularında yazıcam.

24 Eylül 2008 Çarşamba

Evlerin Ruhu Vardır

Şimdi nerden esti bilmiyorum ama son dönemlerde ki işsiz, güçsüz [mecazi anlamda yani :)]halimin bir sonucu olarak abuk sabuk şeyler düşünmeye zamanım oluyor.


Daha önce başka dönemlerde metodolojisini oluşturduğum bir konu uzun bir süre sonra tekrar aklıma geldi. Şahsen ben, her maddenin bir ruhu olduğuna inanırım. Maddeye ruhunu veren şey ise maddenin sahibidir. Bir maddenin sahibi nasılsa, maddede sanki onun bir parçasıymış gibi davranır. (Atalarımızın her konuda olduğu gibi bunda da bir yorumu olmuş: At sahibine göre kişner) Bu tespitimin dışında kalan şeyler sadece sanat eserleridir. Sanat eserleri onu ortaya çıkartan sanatçının ya da bâninin ruhunu taşır ve kaç el değiştirirse değiştirsin ruhu asla değişmez. Bundan dolayı birşeyi elimize alır almaz, o şeyle bir bağlantı kurarız. Kimi zaman pozitif kimi zaman negatif. İçimiz ısınır ya da ısınmaz vs ...


Tabii şimdi bu tür bir tezi savunan biri olarak ben, hayatın en önemli parçalarından olan evlerin ruhu var mıdır sorusunu cevaplandırmam gerekiyor. Evet ! vardır. Bu ruh o evin içinde yaşayanların ruhudur. İnsanlar, evlerinde yaşarken aslında o evlerde ruhlarından da izler bırakıyorlar. Materyalizmin kitabını ilk elden okumuş biri olarak böyle metafizik yorumlar bana yakışmıyor görünebilir ama böyle inanıyorum. İnsanların ruhlarının izleri aynı parmak izleri gibidir bence. Dokunduklara yerlere siner adeta.


İnsanlar evlerinde mutlulukla, acı dolu, hayal kırıklığıyla, umutla ya da kederle zamanlarını geçirirler. Bir şeyleri paylaşırlar. Bu kadar yoğun yaşanılan ortamlarda ruhlardan izler kalmaması mümkün müdür? Mesela, ben bir eve girdim mi, o evin içinde ne yaşandığını hemen hissederim. Şakralarımın açıklığından da olabilir bu hadise tabii ama genel itibari ile ruhların bıraktığı izden olduğu kanısındayım.

Çok subjektif bir konu bu belki ama "acaba yalnız ben mi bunu hissediyorum?" diye düşünmeden edemediğim takıntılarımdan biridir. Yeni inşa edilen evlerde mesela umut vardır. Her köşesinden buram buram umut fışkırır. Eski evlerde, bazen özlem, bazen keder çokça anı hissedersiniz. İçinde yaşayan kim olursa olsun bu vardır. Burdan şöyle sonuca varmıştım bir keresinde de. Evler sıradan insanların müzeleridir. Ruhlarından izler bıraktıkları müzeler.


Bir keresinde de şöyle bir bilimsel (?) açıklama getirmiştim kendi çapımda. Bütün insanların kendilerine has kokuları vardır. Bu kokular bulundukları ortama sinerler ve ne kadar çok aynı ortamda bulunurlarsa o kadar çok o ortamın parçası olur. Belki tam olarak gerçek bir algı olmasa da beynimin bir lobu bunu küçük izler halinde ortamda algılıyo ve değişik şeyleri çağırıştırıyor olabilir. Az çok algıladığım bu kokular beynimde bu tür hayali dünya yaratıyorda olabilir.


Konuyu kendi evime getirecek olursam, bizim evimiz her köşesine çok güzel şeyler kodlanmıştır adeta. Sıradan bir apartman dairesine olan evimize girince insanın içi açılır (Bu tespit bana ait değil. Tespiti yapanların yalancısıyım). Çünkü, biz küçük mutlu bir aileyiz. Ara ara içimden kardeşime fiziksel şiddet uygulamak geçse de, geçmişte annemin terlik fırlatmalarına hedef olsamda ve mütemadiyen babamın başarısızlıklarından ızdırap çeksek de hiç dram, trajedi, ızdrap uğramadı bizim evimize. Belki de bu ortamda kala kala şakralarım açılmıştı diye düşenim bari. Tabii üzücü günlerimiz oldu yine de olacaktır ama biz ruhumuzun izlerini evimize bıraktık ve eğer bir gün bizden başkası bu evde oturacak olursa o izlerden eserler bulacaktır eminim.

23 Eylül 2008 Salı

WAFFLE ile İlgili Gereksiz 1 Gönderi


İstanbul saati ile iftara sayılı zaman var. (Zaman sayılı olur mu? ) Ben final count down olayına girmiş canı acayip şekilde WAFFLE çeken bir mü'minim.


Arkadaşla biraz önce yaptığımız iftar geyiğinin sonu neden bilmiyorum WAFFLE a bağlandı.


Şimdi WAFFLE deyip geçmemek lazım. Bence, WAFFLE kutsal bir yiyecek. Çünkü, diğer kutsal yiyeceklerle birleşerek voltranı oluşturuyor. Ekmek (tatlı bişi ama tam tarif edemiyorum), modern zamanların en büyük icadı olan çikolata, burjuva meyvesi kivi, egzotik esintiler taşıyan muz, yurdum meyvesi çilek ve daha niceleri...


Tabii WAFFLE, Türkçeye amerikancadan geçmiş bir kelime (Zaten W içeren Türkçe kelime olmaz). Anlamı hakkında en küçük bir fikrim yok. Umurumda değil. Şu an tek umurumda olan sıcak WAFFLE ekmeğinin, beyaz ve siyah çikolataya buluştuğu o muazzam lezzet.


Ayrıca WAFFLE nerede yenir sorusunun cevabını bulmak gerekiyor. Benim en büyük favorim Bebek'te ki WAFFLE cı. Tam öğrenci işi salaş bir WAFFLE cı vardır orada. Adını unuttum ama sık sık ziyaret ederdik öğrenciyken. Yıllardır gitmediğim için sahibi çok üzgündür eminim :( Ama kısa zamanda söz veriyorum WAFFLE'cı abi. Gelicemmmmmmm.


Bu günlerde ise favorim, İstanbul'un yeni con con avm si olan Capacity. WAFFLE House diye bir yer var orada. Amanınnn...böle bir tad olmaz. 7 ytl gibi bir fiyatla sizi kazıklıyor olmasına rağmen her kuruşu helal olsun.


Yurdumda daha fazla güzel WAFFLE yapan girişimcilerin olması umudu ile bu gereksiz gönderiyi de sonlandırıyorum (NOKTA)

22 Eylül 2008 Pazartesi

Hayvanat Bahçesinde İftar



Hemen hemen herkesin evi haricinde mecburen bulunduğu alternatif bir ortamı vardır. Bu ortam yaşı itibari ile değişmekle birlikte 2 ana başlığa ayrılabilir; Okul ve/veya İş.

İş ortamı da genelde atölye, fabrika, ofis, pazar vb. olarak ayrılabilir. Ben kendi ortamımdan bahsedeceğim. Bu yazımın ilham konusunu ise geçen yıllarda gelen bir mail teşkil ediyor. Bu mail de, bir iş ortamındaki karakterlerin bazı hayvanlarla eşleştirilmesi konu ediliyordu. Mesela, genel müdürler aslan, çok konuşup iş yapmayanlar papağan, kendilerine dokunulayamayan ama ne işe yaradıkları belli olmayanlar fil, ne iş verilirse verilsin her işi yapanlar karınca, verimli çalışanlar arı, herkesin nefret ettiği kişiler domuzdu. Buna benzer 20 ye yakın hayvan ile çalışan profilleri eşleştirilmişti.

Benim ortamım klasik bir ofis ortamı. Telefon, bilgisayar, faks, fotokopi, scanner vb. aletler ve bol miktarda insanımsı varlıkların bulunduğu bir ortam. Bu ortamı şu şekilde betimleyeyeyim ki, olurda yıllar sonra bunu tekrar okursam aklımda kalsın.

Yukarıda bahsettiğim maildeki tüm karakterlerden bizim ofiste de bulunuyor. Çünkü Türkiye standardlarına kıyasla büyük bir yerde çalışıyorum (bu çok tercih sebebim değil ama ne yaparsın ekmek parası). Açıkçası tam bir hayvanat bahçesi. Her tür tipten insan var. Zeki ve iş bitiriciler, üç kağıtçılar, ne işe yaradıkları belli olmayanlar, onlarsız iş yapamayacağınız tipler ve tabii ki olmazsa olmaz ofis figürleri: patron akrabaları.

Bizim firmanın bir geleneği var. Her yıl kalburüstü bir mekanda iftar vermek ve çalışanların kaynaşıp "sevgi pıtırcık"larına dönüşmelerini sağlamak. Bence acayip saçma ve bir o kadarda kaynak israfı anlamına gelen bu organizasyon bu sene boğaz manzaralı bir yerde tekrar gerçekleşti. Milleti bir görseniz sanırsın ki, Tayyip Erdoğan resepsiyon veriyor. Herkes 2 dirhem 1 çekirdek giyindi, süslendi bilmem ne... Ben ise arkadaşlarımın İstiklal'de buluşma önerisini içim kan ağlayarak red etmek suretiyle bu organizasyondaki yerimi aldım.

Hani derler ya "eşeğe altın semer vursanda eşşek yine eşek". Hikaye tam o misal olmuştu. Bizim hayvanat bahçesi karakterleri de lüks bir yerde 2 dirhem 1 çekirdekte olsalar yine karakterlerini yansıttılar geceye. Tüm gün annemden babamdan çok gördüğüm insanlarla yine aynı masayı paylaştım ve zaten zar zor tahammül ettiğim geyiklere hem de iftar saatinde katlanmak zorunda kaldım. Ortam süper (?) bir ortamdı. Bilmem kaç yıldızı vardı falan filan ama hayatımın temel felsefesinin ne kadar doğru olduğunu anımsadım tüm gece boyunca.: "Nerde olduğun değil kimle olduğun önemlidir."

Bir de insanları sosyal ortamlarda görünce farklı oluyor iş hayatında tanıyınca farklı. Kendime şu soruyu da sordum. Acaba bende bu insancıklar gibi farklı mı davranıyorum? Umarım bende bu kadar iğrenç, karaktersiz, ruhsuz ve içi boş biri değilimdir. Ya da öyle miyim? Bilmiyorummmmmmmmmmmmmm. Gecenin eve dönüş kısmında da düşündüklerim bunlardı.

Gecenin teknik değerlendirmesi ve in/out analizine gelecek olursak ;



IN ;

- Tatlı bir şahaneydi. Mükemmel bir irmik helvası ve 1 top dondurma. Uche-Högh gibi olmuştu. Bayıldım ki, ben nadiren annemin yaptıklarından daha iyi tatlı yapan biri ile karşılaşırım.

- Yatılı okuldaki lise günlerimden bir arkadaşımla karşılaştım ve gelecek hafta (içinde bulunduğumuz hafta) "for old days sake" iftarı yapacağız.

- Boğazı belki de bu sezon son kez içime çektim. Gece boğaz manzarasına doymaya çalıştım. Biraz hasta oldum ama değdi. Boğaz köprüsünün ışıklandırmasını yapanları bulduğum yerde yanaklarından öpücem. Enfes bir olay.

OUT ;

- Servis feci halde yavaştı. Çorba ile aparatif arasında 45 dk geçti. Açlıktan öldüm resmen.

- Yemekleri de hiç beğenmedim. Hayatımda ilk kez iftarda tarhana çorbası veren yer gördüm. Tam bir rezalet.

- Müzik harikaydı ama seslendirme çok kötüydü. Tuluyhan Uğurlu'nun ilk kez canlı performansını dinleyeceğim için heyecanlanmıştım ama ses düzeni mahvetti tüm konseri. Çok ayıp oldu. Kısmet başka zamanıdır umarım.

- Büyük şefin politik içerikli konuşmalar yapması içimi baydı.

SONUÇ: Çok pahalıya mâl olan ve karşılığını alamadığımız bir iftar oldu.





NOT: Resimde görülen kişiler tamamen hayal ürünüdür ve gerçekle maalesef alakası yoktur. Benim çalışma arkadaşlarım da çalışma ortamım da hiç te o kadar "cool" değil :-(

21 Eylül 2008 Pazar

Yalnızlığa Ağıt


Aslında bu yazının başlığı "Hayvanat Bahçesinde İftar" olacaktı. Konusuda çok farklıydı. Ama canımı sıkan bazı olaylardan dolayı acil bir yük boşaltmam gerekiyor.

Blog tutmamın tek amacı vardı. Yalnızlığımı kelimelerle paylaşmak !

Bunun üzerine kurgulamıştım bir çok gönderimi. Ama sonra insanların bloglarını da okumaya başladım ve gördüm ki, bir sürü kişide aynı şeyleri yazıyor. Farklı açılardan ve farklı hayat pratiklerinin sonucu da olsa yazdıklarımızın muhtevası aynı. Bunun üzerine düşünmeye başladım ve farkettim ki; aslında insanlar yalnızlığa ağıt yakıyor. Şikayet ettikleri şeylerin başında yalnızlık gelmesine rağmen bunun önlemi ve çözümüne dair bir girişimleri yok. Sadece şikayet...

Bahsettiğim yalnızlık sadece kız/erkek arkadaşlık çerçevesinde değil. Arkadaşlık, dostluk, akrabalık, yoldaşlık, yarenlik ... Hepsi bu çerçevede. Bunu fark ettiğim an artık şikayet etmeyi bıraktım. O blogu da çöpe yolladım. Suç bende olmalıydı. Eğer ben çaba gösterseydim yalnız olur muydum? Benim gibi insanlar yok mu gerçekten? Allah sadece beni mi bu dünya yalnızlık çekeyim diye gönderdi? Ben kimin yalnızlığını paylaştım ki, birileri de benim yalnızlığımı paylaşsın? Bunu gibi determinist sorularla ve otokritikle doldurdum günlerimi.

Bu benim kendimle ilgili kırılma noktalarımdan birini teşkil eder. Değiştim mi? Bilmiyorum henüz (uzunca bir zaman olduğu halde hala "değiştim" diyemiyorum.) Ama değişmeye gayret ettim. Ben sadece artık insanların elimden geldiğince yalnızlığını, endişelerini, korkularını paylaşmaya çalışıyorum. Karşılığında beklediğim bir şey yok. Bundan önce yaktığım yalnızlık ağıtlarının kefâreti olmasını diliyorum.

En büyük değişim ise benim gibi bir insanın olmadığı inancımı pekiştirmem oldu. Korkularım, heyecanlarım, meraklarım, sevinçlerim, hayal kırıklıklarım, beklentilerim, hayallerim, alışkanlıklarımla ben yegâneyim. Artık ben kendim gibi birilerini aramayı bıraktım. En büyük keşfim ise, herkes kendi çapında bir yegânelik taşıyor. Herkes ayrı bir dünya ve bir kâşif edasıyla insanları tanımaya gayret etmek ayrıca bir zevk.

Yine de, şundan eminim ki, minimum ortak payda da buluşabildiğim insanlarla karşılaşabilirim. Ne olursa olsun onlara tahammül edebilirim ve onların da bana tahammül etmesini umabilirim. Hayatı çekilir kılan da tanıyacağım bu belki 3, belki 5 kişi olacak. Onlarla ağlayıp onlarla gülebilmek, bir şeylerin parçası olduğunu hissedebilmek ve parçası olduğun şeylere değer katabilmek hayattan beklediğim en büyük şey.

Allah'la olan irtibatımın salt dini pratiklerden ve ailemin bana öğrettiklerinden ibaret olmamasına gayret ettim hayatımın son 10 yılında. Sık sık dua ederim kendisine. Bugün de ediyorum ve diyorum ki;


"Allah'ım beni kendilerine tahammül edemeyeceğim ve tahamüllerini zorlayacağım insanlarla karşılaştırma ! "

19 Eylül 2008 Cuma

......Yağmurlar ......


Öncelikle, birkaç gündür yağmurun hayatımdaki yerinin ne kadar önemli olduğunu farketmem üzerine bazı şeyler karalamıştım ama yayınlamaya müsait olamadan sLn'in postunu gördüm. Çok güzel yazmış. Demek ki yağmur sadece benim için önemli değilmiş :)

Kendimi, yaşadığım yere ait hissetmediğinde hep çekip gitmek isterdim. Böyle hissetiğim dönemlerde bulutlara binmek ve gitmek istediğim yere bulutlarla varma isteğim vardı. Kendimi ait hissettiğim yere varınca da yağmur olarak o yere konmayı hayal ederdim. O yüzden, yağmur benim için vuslattı. Gidip geldim... Gitmek aslında hiçbir zaman tam anlamıyla gitmek değilmiş. Gittiğim her yere kendini götürünce çektiğim sadece çileymiş. Tabii, çekmeye değer bir çile.

Dönünce ben artık eski ben olmadım. Benimle birlikte yağmur da değişmişti. Şehrimin o güzel yaz yağmurlarının yerlerinde yeller esiyordu. Bir ümitle sonbaharı bekler oldum. Ama gelen yağmur değil sağanaktı. O da güzeldi ama ben, beni uzaklara götüren yağmuru nostaljik olarak özlüyorum.

Yağmurda yavaş yavaş yürümek bir zevk ve hatta bir mecburiyet benim için. Yürürken ıslanmak ama vücuduna değen ve giden her damla ile birlikte günahlarımın, korkularımın, hatalarımın, endişelerimin, hayal kırıklıklarımın da gittiğine inanmak...

Bazen kendime reset atmak isterim. Herşeye yeniden başlamak isterim. Yağmur bana hep yeniden başlangıçları çağırıştırır. En güzel yeniden başlangıçlar sağanak yağmurlardır benim için. Deli gibi yağan yağmurda, üst başının ıslanmasından endişelenmeden sırılsıklam koşmak tam bir reset atma.

Yağmuru izlemek ise tam bir rehabilitasyon. Bunun tıpta bir yeri falan olmalı. Üniversitedeyken, yağmur yağan günlerde okula gitmezdim. Sıcak demleme çayım ile kafa beyin bırakmayan kitaplarımdan birini alır tüm günümü sıkılmadan cam karşısında geçirirdim. İnsansız sokakları izlerdim ve sokakların hep öyle olmasını dilerdim. Hatta daha fazlasını...Tüm İstanbul'un bana ait olmasını isterdim. Kimin burada yaşayıp yaşamayacağına karar veren tek otorite olmak süper olurdu. Bu şehrin değerini bilmeyenleri, burayı sevmeyenleri ve salak salak memleket hasreti geyikleri yapanları kovardım.
Birçok şeyin küreseli zararlı olduğu gibi ısınmanın da küreseli zararlı. Şehrim bundan fazlasıyla zarar görüyor ve benim de yağmura olan hasretim artıyor. Keşke ben değişirken yağmurlar değişmeseydi ve ihtiyaç duyduğumda yanımda olsalardı.


16 Eylül 2008 Salı

Zodiac'ın Laneti


Bu günlerde sık sık blogger'a düşer oldum. Sanırım yapacak işlerimin azalması ve ramazan rehavetinin birleşmesi bu etkiyi yaratıyor. Tabii en kötüsü ve etkilisi can sıkıntısı. Gariptir ki, ömrün kısalığından şikayet ettiğimiz gibi canımızında sıkılmasında da şikayet edebiliyoruz. Bu insan oğlu garip bir yaratık vesselam ...


Konuma geçiyorum.


Şimdi zodiac denen hadise bildiğimiz burçların anglo-sakson dilinde ki ifadesi. Benim de her yaradılan gibi bir burcum var ve o burcun adı: BAŞAK. Burçlarla ilgilenmekten hoşlanan biriyim. (Hayır ! bu beni gay yapmıyor. Cinsel tercihlerim konusunda da kafa karışıklığı yaşamıyorum :P) Burç olaylarının fal kısmının saçma sapan olduğuna dair hiç kuşkum yok. Ama insanın karakterini etkileyen kısmına inanıyorum. Bilemsel olarak şöyle bir açıklama da getiriliyor bu hadiseye. İnsan vücudu %70 oranında su ve su katkılı biolojik etmenlerden oluşuyor. Ayrıca dünyada ayın çekim etkisi dolayısıyla yüzeyindeki sularda gel-git gibi muazzam bir hadise cereyan ediyor. Yeryüzündeki suları etkileyen bu hadisenin insanın etkilememesi bence imkansız. Zodiac'ta işte tam olarak ayın hareketlerini baz alır zaten. Tabii ki bu da tesadüf olamaz.


Hani insanın dünyaya geliş gayesi imtihanmış ya, Allah beni dünyaya bir Türk başak burcu erkeği olarak göndererek imtihan ediyor sanıyorum. Ne kadar büyük bir imtihandır bu !!


Burcumun özelliklerini taşıyan biriyim maalesef. Sinir bozucu derecede ayrıntıcıyım mesela. Önümdeki ormanı görmem ama bir ağaca takılırım. Sonra hep kötümserim. Gerçi bu burçtan değil sanırım :) Yüksek performansla delice çalışmayı severim ama etrafımdan da bana ayak uydurmalarını beklerim. Bu onlara haksızlık olsa bile. Temizlik takıntımı anlatmadan geçemeyeceğim. Bir insan hem Türkiye'de yaşayıp hem de hijyene takarsa başına başka bela almasına gerek olmaz zaten. En güzelini en sona bıraktım. Feci halde mızmızım. Herşeyi eleştiririm. Bıdı bıdı etmeden duramam...Neyseki, insanları oldukları gibi kabul edebiliyorum ve hiç olmassa burdan yırttım.

İyi özelliklerim de var birkaç tane ama kötü özelliklerimi düşününce bahsetmeye değer bulmuyorum.

Her burcun bir özelliği vardır. Ben hep burçları 3e ayırmışımdır. Eril burçlar, dişi burçlar ve gereksiz burçlar.


Eril burçlar: Aslan,Oğlak ve biraz da Kova

Dişi burçlar: Yengeç ve Başak.

Gereksiz burçlar: Diğerleri


Bu klasmanı yaparken kriterim, bu burçlara sahip kişilerin cinsiyetleri ile onların cinsiyetlerinden gelen random özelliklerin uyuştuğuna inanmam. Yani, erkek biri eril bir burçtan olursa ya da bir kadın dişi bir burca sahipse daha iyi bir karakter bütünlüğü sağlayabilir bence. Bu subjektif bir değerlendirme belki ama şu ana kadar oldukça tutarlı bir klasman oldu benim için. Çok az olarka yanıldım bu konuda.


İnsanın değiştiremeyeceği bir özellik bu burç hikayesi ama hiç olmassa yükselen burçla 2. bir şans verilmiş :)


Çok şükür.......