29 Eylül 2008 Pazartesi
Bayram Kokusu
Ay em nat LOST (1)
Öncelikle her türlü popüler şerye karşı acayip bir alerjim ve hatta gıcığım var. Bu yüzden LOST'u daha önce gündemime hiç almadım. Ağzı olanın yorum yaptığı ve "süper" dediği bir diziyi izlemek hoşuma gitmiyordu. Her neyse, bayram tatili vesilesi ve önümde 2-3 oruçlu günü evde geçirme gereği duyunca zaman geçirmek için elimde ya football manager ya da LOST kaldı. Fimler de var ama süreklilik arz eden birşeylerle uğraşma gereği duydum. Beynimin ambele olup başka şeylerle ilgilenmesini engellemem lazımdı. Bir tür uyuşturucu :P
Bu şekilde girdik bizde LOST dünyasına...
Şimdi kendimce birkaç izlenimimi kayıt edeyim de sonra kendimle çelişecek miyim bir kontrol ederim :)
1- LOST beni şu ana kadar (2. Sezon 13. Bölüm itibari ile) heyecanlandırmadı maalesef. Belki de ön yargılarımın neticesi. HEROES ya da PRISON BREAK teki heyecanı yok :( Zaten heyecanı olsa oturup yazmak yerine izliyor olurdum sanırım :)
2-Oyuncuların abartıldığı kadar iyi olmadıklarını düşünüyorum. En iyi oyuncular Hurley, John, Charlie. Baş rollerdeki esas oğlanlarla kızlar sadece fiziksel özellikleri nedeniyle baş roldeler bence.
3- Bazı tahminler yürütmüştüm filmin çeşitli bölümlerinde.
a-Boone, Shannon ve Micheal ölür demiştim. Şu ana kadar Micheal ölmedi. Gerisi Hakkın rahmetine kavuştu bile :)
b-Adada başka kurtulanların olması lazım diye düşünmüştüm ve gerçektende varmış. 2. sezonda görüldü:)
c-Sığınakların 2. Dünya savaşından kalma olması gerekiyor ama henüz bu konuda bir belirti yok. Sanırım yanıldım :(
d-Claire'in bebeğinin daha ön planda olacağını sanmıştım ama olmadı.
e-French Chick (Rousse diye yazılıyor sanırım :P) bence iyi bir kadıncağız ama henüz bir atraksiyon yok bebeği kaçırması haricinde. Sonuca etki edecek bir hareket bekliyorum kendisinden.
f- Genel olarakta eğer bütün bu anlatılan bir tür rüya, momento ya da zaman kırılması falan olarak ortaya çıkarsa hiç şaşırmam.
g- Bence yazar filmi 2. sezon bitirmek istedi ama popüleriteden dolayı bitiremedi. Bir sonuca doğru gider mi dizi emin değilim?
4- Neticede zaman geçirmek için iyi ama fanatik olunacak kadar kaliteli gelmedi bana dizi. HEROES'u gece gündüz izleyerek bitirmiş biri olarak yavan kaldı :(
Neyse daha önümde 1.5 sezon var. Belli mi olur belki yanılırım?
27 Eylül 2008 Cumartesi
Babam ve Ben
Bugün İstanbul'da yağmur yağıyor. Tam sevdiğim gibi...Hava soğuk, yağmur da şiddetli değil. İşe gitmek için hiç acele etmedim. Evden çıktıktan sonra usul usul ve yolumu da biraz uzatarak yağmurda yürümek için kendime bahane yarattım.
Evden çıkarken babam da kalkmıştı ve hazırlanıyordu. Aslında güzergâhlarımız büyük ölçüde uyuşuyordu. Ama ben ondan hızlı hareket ederek ve haber vermeden çıktım evden. Son haftalarda "eğmeği uzatır mısın?" , "tuzu verir misin?", "su nerde?" şeklinde ki sofra dialoglarının haricinde hiç bir dialogumuz olmuyor zaten.
Yağmurda yürürken, aslında benim babamla hayat boyu belini kırdığım kelime sayısının belki 1000'i geçmediğini düşündüm. Sağlıklı bir iletişimimiz hiç olmadı.
Ama önce babamdan bahsetmeliyim. Babam aslında çok iyi bir insan. Etrafındaki herkes kendisini çok sever. Şimdiye kadar kendisi hakkında kötü bir şey diyen çıkmadı. Tabii, bunun temel nedeni çok temiz kalpli bir insan olmasında yatıyor. Hiç kimse hakkında sui zan etmez. Ona göre herkes iyidir. Ta ki; birisi onu aldatana ya da kazıklayana kadar. Hayatının tamamını ailesine adamış bir insandır. Ailesi derken yanlış anlaşılmasın, annesi, kardeşleri falan filan. Kendi kurduğu aileyi hep ikinci plana bırakmıştır. Acayipte çalışkan bir insandır. Bildim bileli bir şeylerin peşinden koşar ve gayret eder. Çoğu boş şeylerdir ama yine de yerinde duramaz. Belki de, bizimle vakit geçirmek yerine bu maskenin altına saklanıyor. Bunu hiç bir zaman bilemeyeceğim. Hiç bir kötü alışkanlığı olmadı benim babamın. Belki de bende bu yüzden hiçbir zaman ajandama bu tür alışkanlıkları almadım. Bana iyi örnek mi oldu nedir? Mesela kendisini, hiç sigara, içki içerken görmedim. Hiç bir zaman (anne-babasına gittiği zamanlar hariç ki bu haftanın 8 günü yapar. Evet yanlış değil 7 günün 8inde) eve geç gelmez. Bu durumda, büyük ihtimalle annem haricinde başka bir kadın olmadı hayatında (Bu yaşıma geldim hala sigara, her hangi bir alkol türünü tatmışlığım yoktur. Ayrıca evli olmamakla beraber her zaman tek eşlilik taraftarı olmuşumdur ki bu ortalam Türk erkeğinin genel eğiliminin oldukça dışındadır.). Ayrıca şu an aklıma gelmeyen başka iyi özellikleri de vardır mutlaka ama gerisi aklıma gelmiyor.
Benimle babam arasında ki ilişki de ise ben bildim bileli sorunlar olmuştur. Hakkını yememen lazım bana asla şiddet uygulamamıştır babam. Ama diğer yandan hiç bir zaman beni sevdiğini de hissedemedim. Bana baktığında boş boş bakan biri görüyorum sadece. Bazen hayal kırıklığı...
Halbuki, örnek gösterilecek bir evlat olduğumu düşünmüşümdür. Ailemi utandıracak hiç bir hata yapmadım. Kötü arkadaşlıklar kurmadım. Ergenlikte dahil hiç bir kötü alışkanlığım olmadı. Halı saha maçları hariç okuldan bile kaçmadım. Okullarımda hep en iyilerden biri olmuşumdur. Derecelerim bir yana aldığım burslarla da aileme yük olmadım. Türkiye'nin en iyi okullarını kazanmış olmak bile babam için bir şey ifade etmedi hiç bir zaman. Benimle ilgili iş hayatımda da hiç bir zaman utanç verici birşey yapmadım. Harama el uzatmadım.
Ama neden bilmiyorum babam hiç benimle iletişime geçme gereği duymadı. Ben, O'na sanki bir cezaymışım gibi davrandı. Defalarca etrafımda "keşke senin gibi bir oğlum olsa" diye iltifatlar duymuşken babamdan en ufak bir ilgi görmedim. Her zaman beni yalnız bıraktı. Maddi olarak bize sunduğu çok yetersiz olanaklar yüzünden bile kendisini hiç suçlamadım (gerçekten elinden gelenin en iyisini yaptığına inanıyorum) ama en azından üniversite sınavında nereyi kazandığımı sorabilirdi? Ya da, veli toplantılarıma gelebilirdi. Ya da, benimle bir kez olsun maça gidebilirdi. Tamam belki futbolu sevmiyor olabilir ama en azından hangi takımı tuttuğumu merak etmemesi garip değil mi?
Sonra bir de bitmek tükenmek bilmeyen şikayetleri var..."sen adam olmassınız", "sen nasıl üniversite okudun?", "ne olacak senin bu halin?"... Bunlara nasıl dayanıyorum artık ben bile anlamıyorum. Sanırım iletişimi keserek kendi tepkimi veriyorum. Bunu anlıyor mu bilmem?
Beni en çok zorlayan şeyler hep hayatımda bana yol gösterecek bir figürün olmamasından kaynaklı olmuştur. Güçlü bir baba ya da abi figürünün hep eksikliğini duydum hayatımda. Bundan dolayı herşeyi kendim halletmek zorunda kaldım. Mesela, ergenliğe ilk girdiğimde vücudumda ki değişikliklerin farkına varmakla ne yapmam gerektiğini bir türlü bilememiştim. Burada bile bana yardımcı olmayan bir babam var benim. Ya da hayatımla ilgili ne yapacağıma dair kararlar alırken bir kez olsun sormadı ne yapmak istediğimi.
O zamanlara dönüp baktığımda bu durum benim kişisel gelişimimi çok etkilemiş. Belki de bu sayede, kendi ayakları üstünde çok rahatlıkla duran, ekmeğini taştan çıkaran, gerektiğinde acımasız olabilen biri olabildim. Tam 1 erkek yani (?) ! Hayatta hiç kimseye ihtiyaç duymadan yaşamak konusunda uzmanlığımın temelini babam sayesinde attım. Yalnızlık hissiyle yaşamanında tabii ki...Kimseden korkmamamın sebebide babam. Zira, birçok kişi korkuyu önce babalarından öğrenirler. "babana söylerim haaa!" şeklindeki bir geyik hiç olmadı hayatımda. Bu geyiği yapanlara da cevabım, "ee? söylersen ne olacak?" oldu. Korku yerine pervasızlığı öğrenmiş olduk böylece. Protest bir tip olmamın altında da bence bu yatıyor.
Yalnız, bazen düşünüyoru. Ya babam ortalama bir baba gibi bana davransaydı? Nasıl değişirdi hayatım. Daha mutlu, daha başarılı, daha sevecen olur muydum? Cevabını öğrenemeyeceğim bir başka soru da bu.
Hani hayatta bazı şeylerin eksikliğini hissedersiniz yaa, benim arkama baktığımda bana destek olabilecek kimseyi görmüyor olmam en büyük eksikliğim. Zorda kaldığımda dertleşebileceğim, yardımcı olamasa da benim için endişelenen ve kederlenen birinin olmamasının yarattığı boşluk hiçbir zaman dolmayacak.
Brahman, Krişna, Meditasyon... Hikmet arayanlara...
Hayatımdaki çok nadir dostlarımdan birine gelen mektubu burada yayınlama ihtiyacı hissettim. Gerek duydukça bakabilmek için.
... Uzun zamandır büyüklerine gerekli ilgiyi göstermeyen, bu sebeple aramaya sormaya ya da iki satır yazmaya yüzü olmayan Ufuk’un yerine ben (Andon) bir şeyler yazayım istedim. Böylelikle hem geçmiş bayramınızı kutlayayım, hem de sizlere ünlü Hint destanı Bagavad Gita’dan hikmetli bilgiler aktararak faydalı olayım istedim.
Bagavad Gita günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce ortaya çıkan ve ozan Vyasa tarafından söylendiği düşünülen ünlü Hint destanı Mahabarata’nın içinde yer alan bir bölümdür. Bagavad Gita’nin evrenselliği, iletisini belli bir inancın, sınıfın ya da cinsin egemenliğine sokmadan, çok geniş anlamda sunabilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu iletiyi kavrayabilmek için belli bir inanç sistemine bağlı olmak gerekmez, çünkü “Brahman”, dinler ve tanrılarüstü bir kavramdır... Lafı fazla uzatmayayım, Hint felsefesinin bu güzelliklerinden – kendi ifadelerim ile olacak ama – size aktarayım;
“Yaratıcı, insanların düşündükleri şekildedir, herkese anlayışınca ulaşır. İnsanlar ihtiyaçlarını Yaratıcı’dan isterler ve alırlar. Din denilen kavram insanlara iyiyi anlatmaktır. İyinin yanı sıra, insanların kötülüklerinin, günahlarının da bir anlamı vardır. Eğer insan ümit kesmez ise, Yaratıcı zaten bu günahları affedecektir. İnsanların değerlendirilmesinde, dış görünüşleri değil, duygu, düşünce ve yaptıkları işler önemlidir. Yaptıkları işlerde de, o işi, ne düşünerek yaptıkları önemlidir. Yumuşaklıkla yapması da önemlidir. Bu yolu takip eden insan yumuşaklılığıyla, insanlığıyla ayırt edilebilir. Sertliği sadece kendisine karşıdır. Diğer insanlarla ilişkisi Yaratıcıyla da ilişkisidir aynı zamanda. İnsanlarla arasını bozmaz. Ve dahi başkalarının aralarındaki anlaşmazlıkları da giderir. Tanıdığı tanımadığı herkese dost olduğunu gösterir. Kendi için istediklerini sevdikleri için de ister. O sevdikleri ile birlikteliği de süreklidir zaten. Sevdiklerine engel olabilecek şeyleri, onların önünden kaldırır hep. Sevdiklerini hatırlar, mutlu eder. Sevdikleriyle münakaşaya girmez. Kimseye yalan söylemez. Konuştuğu zaman iyilik için konuşur, yoksa konuşmak gereksizdir onun için. En yakın çevresinden başlayarak insanların gönlünü yapar, annesi, babası ve hatta komşuları çok önemlidir. Hasta olanlara ilgisi yine inanışının gereğidir. Diğer yandan hastalık da Yaratıcı’nın bir lütfudur. İlime büyük değer verir. Fakat en büyük ilim sahibi bile, en büyük tevazu sahibi de olarak, önünde ayağa bile kalkılmasını istemez. Bu güzel insan modeli, dişlerin temizliğinden, saçların taranmasına kadar kusursuzdur. Doğaya karşı da, diğer varlıklara karşı da kusursuzdur., Sokaktakine, evdekine, hatta yemek için keseceği hayvana bile.. İbadete gelince.. Her yer ibadet yeridir insan için. Ama o ibadet bile, insan sevgisinden kopuk değildir.Zaten bilge kişinin dediği gibi, Rahmet için gelmiş bir inanıştan başka ne beklenir. Çoğu zaman insanlar arasında bu söylenilenlerin uygulanması zor gözükse de bir tohum dikerek bile bir çok şey kazanılabileceğini insanlara anlatmak gerek.. Ne demişti bilge zat: "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın ve müjdeleyin." Bir rivayette de: "...Isındırın, nefret ettirmeyin..."
24 Eylül 2008 Çarşamba
Evlerin Ruhu Vardır
Şimdi nerden esti bilmiyorum ama son dönemlerde ki işsiz, güçsüz [mecazi anlamda yani :)]halimin bir sonucu olarak abuk sabuk şeyler düşünmeye zamanım oluyor.
Daha önce başka dönemlerde metodolojisini oluşturduğum bir konu uzun bir süre sonra tekrar aklıma geldi. Şahsen ben, her maddenin bir ruhu olduğuna inanırım. Maddeye ruhunu veren şey ise maddenin sahibidir. Bir maddenin sahibi nasılsa, maddede sanki onun bir parçasıymış gibi davranır. (Atalarımızın her konuda olduğu gibi bunda da bir yorumu olmuş: At sahibine göre kişner) Bu tespitimin dışında kalan şeyler sadece sanat eserleridir. Sanat eserleri onu ortaya çıkartan sanatçının ya da bâninin ruhunu taşır ve kaç el değiştirirse değiştirsin ruhu asla değişmez. Bundan dolayı birşeyi elimize alır almaz, o şeyle bir bağlantı kurarız. Kimi zaman pozitif kimi zaman negatif. İçimiz ısınır ya da ısınmaz vs ...
Tabii şimdi bu tür bir tezi savunan biri olarak ben, hayatın en önemli parçalarından olan evlerin ruhu var mıdır sorusunu cevaplandırmam gerekiyor. Evet ! vardır. Bu ruh o evin içinde yaşayanların ruhudur. İnsanlar, evlerinde yaşarken aslında o evlerde ruhlarından da izler bırakıyorlar. Materyalizmin kitabını ilk elden okumuş biri olarak böyle metafizik yorumlar bana yakışmıyor görünebilir ama böyle inanıyorum. İnsanların ruhlarının izleri aynı parmak izleri gibidir bence. Dokunduklara yerlere siner adeta.
İnsanlar evlerinde mutlulukla, acı dolu, hayal kırıklığıyla, umutla ya da kederle zamanlarını geçirirler. Bir şeyleri paylaşırlar. Bu kadar yoğun yaşanılan ortamlarda ruhlardan izler kalmaması mümkün müdür? Mesela, ben bir eve girdim mi, o evin içinde ne yaşandığını hemen hissederim. Şakralarımın açıklığından da olabilir bu hadise tabii ama genel itibari ile ruhların bıraktığı izden olduğu kanısındayım.
Çok subjektif bir konu bu belki ama "acaba yalnız ben mi bunu hissediyorum?" diye düşünmeden edemediğim takıntılarımdan biridir. Yeni inşa edilen evlerde mesela umut vardır. Her köşesinden buram buram umut fışkırır. Eski evlerde, bazen özlem, bazen keder çokça anı hissedersiniz. İçinde yaşayan kim olursa olsun bu vardır. Burdan şöyle sonuca varmıştım bir keresinde de. Evler sıradan insanların müzeleridir. Ruhlarından izler bıraktıkları müzeler.
Bir keresinde de şöyle bir bilimsel (?) açıklama getirmiştim kendi çapımda. Bütün insanların kendilerine has kokuları vardır. Bu kokular bulundukları ortama sinerler ve ne kadar çok aynı ortamda bulunurlarsa o kadar çok o ortamın parçası olur. Belki tam olarak gerçek bir algı olmasa da beynimin bir lobu bunu küçük izler halinde ortamda algılıyo ve değişik şeyleri çağırıştırıyor olabilir. Az çok algıladığım bu kokular beynimde bu tür hayali dünya yaratıyorda olabilir.
Konuyu kendi evime getirecek olursam, bizim evimiz her köşesine çok güzel şeyler kodlanmıştır adeta. Sıradan bir apartman dairesine olan evimize girince insanın içi açılır (Bu tespit bana ait değil. Tespiti yapanların yalancısıyım). Çünkü, biz küçük mutlu bir aileyiz. Ara ara içimden kardeşime fiziksel şiddet uygulamak geçse de, geçmişte annemin terlik fırlatmalarına hedef olsamda ve mütemadiyen babamın başarısızlıklarından ızdırap çeksek de hiç dram, trajedi, ızdrap uğramadı bizim evimize. Belki de bu ortamda kala kala şakralarım açılmıştı diye düşenim bari. Tabii üzücü günlerimiz oldu yine de olacaktır ama biz ruhumuzun izlerini evimize bıraktık ve eğer bir gün bizden başkası bu evde oturacak olursa o izlerden eserler bulacaktır eminim.
23 Eylül 2008 Salı
WAFFLE ile İlgili Gereksiz 1 Gönderi
22 Eylül 2008 Pazartesi
Hayvanat Bahçesinde İftar
Hemen hemen herkesin evi haricinde mecburen bulunduğu alternatif bir ortamı vardır. Bu ortam yaşı itibari ile değişmekle birlikte 2 ana başlığa ayrılabilir; Okul ve/veya İş.
İş ortamı da genelde atölye, fabrika, ofis, pazar vb. olarak ayrılabilir. Ben kendi ortamımdan bahsedeceğim. Bu yazımın ilham konusunu ise geçen yıllarda gelen bir mail teşkil ediyor. Bu mail de, bir iş ortamındaki karakterlerin bazı hayvanlarla eşleştirilmesi konu ediliyordu. Mesela, genel müdürler aslan, çok konuşup iş yapmayanlar papağan, kendilerine dokunulayamayan ama ne işe yaradıkları belli olmayanlar fil, ne iş verilirse verilsin her işi yapanlar karınca, verimli çalışanlar arı, herkesin nefret ettiği kişiler domuzdu. Buna benzer 20 ye yakın hayvan ile çalışan profilleri eşleştirilmişti.
Benim ortamım klasik bir ofis ortamı. Telefon, bilgisayar, faks, fotokopi, scanner vb. aletler ve bol miktarda insanımsı varlıkların bulunduğu bir ortam. Bu ortamı şu şekilde betimleyeyeyim ki, olurda yıllar sonra bunu tekrar okursam aklımda kalsın.
Yukarıda bahsettiğim maildeki tüm karakterlerden bizim ofiste de bulunuyor. Çünkü Türkiye standardlarına kıyasla büyük bir yerde çalışıyorum (bu çok tercih sebebim değil ama ne yaparsın ekmek parası). Açıkçası tam bir hayvanat bahçesi. Her tür tipten insan var. Zeki ve iş bitiriciler, üç kağıtçılar, ne işe yaradıkları belli olmayanlar, onlarsız iş yapamayacağınız tipler ve tabii ki olmazsa olmaz ofis figürleri: patron akrabaları.
Bizim firmanın bir geleneği var. Her yıl kalburüstü bir mekanda iftar vermek ve çalışanların kaynaşıp "sevgi pıtırcık"larına dönüşmelerini sağlamak. Bence acayip saçma ve bir o kadarda kaynak israfı anlamına gelen bu organizasyon bu sene boğaz manzaralı bir yerde tekrar gerçekleşti. Milleti bir görseniz sanırsın ki, Tayyip Erdoğan resepsiyon veriyor. Herkes 2 dirhem 1 çekirdek giyindi, süslendi bilmem ne... Ben ise arkadaşlarımın İstiklal'de buluşma önerisini içim kan ağlayarak red etmek suretiyle bu organizasyondaki yerimi aldım.
Hani derler ya "eşeğe altın semer vursanda eşşek yine eşek". Hikaye tam o misal olmuştu. Bizim hayvanat bahçesi karakterleri de lüks bir yerde 2 dirhem 1 çekirdekte olsalar yine karakterlerini yansıttılar geceye. Tüm gün annemden babamdan çok gördüğüm insanlarla yine aynı masayı paylaştım ve zaten zar zor tahammül ettiğim geyiklere hem de iftar saatinde katlanmak zorunda kaldım. Ortam süper (?) bir ortamdı. Bilmem kaç yıldızı vardı falan filan ama hayatımın temel felsefesinin ne kadar doğru olduğunu anımsadım tüm gece boyunca.: "Nerde olduğun değil kimle olduğun önemlidir."
Bir de insanları sosyal ortamlarda görünce farklı oluyor iş hayatında tanıyınca farklı. Kendime şu soruyu da sordum. Acaba bende bu insancıklar gibi farklı mı davranıyorum? Umarım bende bu kadar iğrenç, karaktersiz, ruhsuz ve içi boş biri değilimdir. Ya da öyle miyim? Bilmiyorummmmmmmmmmmmmm. Gecenin eve dönüş kısmında da düşündüklerim bunlardı.
IN ;
- Tatlı bir şahaneydi. Mükemmel bir irmik helvası ve 1 top dondurma. Uche-Högh gibi olmuştu. Bayıldım ki, ben nadiren annemin yaptıklarından daha iyi tatlı yapan biri ile karşılaşırım.
- Yemekleri de hiç beğenmedim. Hayatımda ilk kez iftarda tarhana çorbası veren yer gördüm. Tam bir rezalet.
- Büyük şefin politik içerikli konuşmalar yapması içimi baydı.
NOT: Resimde görülen kişiler tamamen hayal ürünüdür ve gerçekle maalesef alakası yoktur. Benim çalışma arkadaşlarım da çalışma ortamım da hiç te o kadar "cool" değil :-(
21 Eylül 2008 Pazar
Yalnızlığa Ağıt
Blog tutmamın tek amacı vardı. Yalnızlığımı kelimelerle paylaşmak !
Bunun üzerine kurgulamıştım bir çok gönderimi. Ama sonra insanların bloglarını da okumaya başladım ve gördüm ki, bir sürü kişide aynı şeyleri yazıyor. Farklı açılardan ve farklı hayat pratiklerinin sonucu da olsa yazdıklarımızın muhtevası aynı. Bunun üzerine düşünmeye başladım ve farkettim ki; aslında insanlar yalnızlığa ağıt yakıyor. Şikayet ettikleri şeylerin başında yalnızlık gelmesine rağmen bunun önlemi ve çözümüne dair bir girişimleri yok. Sadece şikayet...
Bahsettiğim yalnızlık sadece kız/erkek arkadaşlık çerçevesinde değil. Arkadaşlık, dostluk, akrabalık, yoldaşlık, yarenlik ... Hepsi bu çerçevede. Bunu fark ettiğim an artık şikayet etmeyi bıraktım. O blogu da çöpe yolladım. Suç bende olmalıydı. Eğer ben çaba gösterseydim yalnız olur muydum? Benim gibi insanlar yok mu gerçekten? Allah sadece beni mi bu dünya yalnızlık çekeyim diye gönderdi? Ben kimin yalnızlığını paylaştım ki, birileri de benim yalnızlığımı paylaşsın? Bunu gibi determinist sorularla ve otokritikle doldurdum günlerimi.
Bu benim kendimle ilgili kırılma noktalarımdan birini teşkil eder. Değiştim mi? Bilmiyorum henüz (uzunca bir zaman olduğu halde hala "değiştim" diyemiyorum.) Ama değişmeye gayret ettim. Ben sadece artık insanların elimden geldiğince yalnızlığını, endişelerini, korkularını paylaşmaya çalışıyorum. Karşılığında beklediğim bir şey yok. Bundan önce yaktığım yalnızlık ağıtlarının kefâreti olmasını diliyorum.
En büyük değişim ise benim gibi bir insanın olmadığı inancımı pekiştirmem oldu. Korkularım, heyecanlarım, meraklarım, sevinçlerim, hayal kırıklıklarım, beklentilerim, hayallerim, alışkanlıklarımla ben yegâneyim. Artık ben kendim gibi birilerini aramayı bıraktım. En büyük keşfim ise, herkes kendi çapında bir yegânelik taşıyor. Herkes ayrı bir dünya ve bir kâşif edasıyla insanları tanımaya gayret etmek ayrıca bir zevk.
Yine de, şundan eminim ki, minimum ortak payda da buluşabildiğim insanlarla karşılaşabilirim. Ne olursa olsun onlara tahammül edebilirim ve onların da bana tahammül etmesini umabilirim. Hayatı çekilir kılan da tanıyacağım bu belki 3, belki 5 kişi olacak. Onlarla ağlayıp onlarla gülebilmek, bir şeylerin parçası olduğunu hissedebilmek ve parçası olduğun şeylere değer katabilmek hayattan beklediğim en büyük şey.
Allah'la olan irtibatımın salt dini pratiklerden ve ailemin bana öğrettiklerinden ibaret olmamasına gayret ettim hayatımın son 10 yılında. Sık sık dua ederim kendisine. Bugün de ediyorum ve diyorum ki;
19 Eylül 2008 Cuma
......Yağmurlar ......
Öncelikle, birkaç gündür yağmurun hayatımdaki yerinin ne kadar önemli olduğunu farketmem üzerine bazı şeyler karalamıştım ama yayınlamaya müsait olamadan sLn'in postunu gördüm. Çok güzel yazmış. Demek ki yağmur sadece benim için önemli değilmiş :)
Kendimi, yaşadığım yere ait hissetmediğinde hep çekip gitmek isterdim. Böyle hissetiğim dönemlerde bulutlara binmek ve gitmek istediğim yere bulutlarla varma isteğim vardı. Kendimi ait hissettiğim yere varınca da yağmur olarak o yere konmayı hayal ederdim. O yüzden, yağmur benim için vuslattı. Gidip geldim... Gitmek aslında hiçbir zaman tam anlamıyla gitmek değilmiş. Gittiğim her yere kendini götürünce çektiğim sadece çileymiş. Tabii, çekmeye değer bir çile.
Dönünce ben artık eski ben olmadım. Benimle birlikte yağmur da değişmişti. Şehrimin o güzel yaz yağmurlarının yerlerinde yeller esiyordu. Bir ümitle sonbaharı bekler oldum. Ama gelen yağmur değil sağanaktı. O da güzeldi ama ben, beni uzaklara götüren yağmuru nostaljik olarak özlüyorum.
Yağmurda yavaş yavaş yürümek bir zevk ve hatta bir mecburiyet benim için. Yürürken ıslanmak ama vücuduna değen ve giden her damla ile birlikte günahlarımın, korkularımın, hatalarımın, endişelerimin, hayal kırıklıklarımın da gittiğine inanmak...
Bazen kendime reset atmak isterim. Herşeye yeniden başlamak isterim. Yağmur bana hep yeniden başlangıçları çağırıştırır. En güzel yeniden başlangıçlar sağanak yağmurlardır benim için. Deli gibi yağan yağmurda, üst başının ıslanmasından endişelenmeden sırılsıklam koşmak tam bir reset atma.
Yağmuru izlemek ise tam bir rehabilitasyon. Bunun tıpta bir yeri falan olmalı. Üniversitedeyken, yağmur yağan günlerde okula gitmezdim. Sıcak demleme çayım ile kafa beyin bırakmayan kitaplarımdan birini alır tüm günümü sıkılmadan cam karşısında geçirirdim. İnsansız sokakları izlerdim ve sokakların hep öyle olmasını dilerdim. Hatta daha fazlasını...Tüm İstanbul'un bana ait olmasını isterdim. Kimin burada yaşayıp yaşamayacağına karar veren tek otorite olmak süper olurdu. Bu şehrin değerini bilmeyenleri, burayı sevmeyenleri ve salak salak memleket hasreti geyikleri yapanları kovardım.Birçok şeyin küreseli zararlı olduğu gibi ısınmanın da küreseli zararlı. Şehrim bundan fazlasıyla zarar görüyor ve benim de yağmura olan hasretim artıyor. Keşke ben değişirken yağmurlar değişmeseydi ve ihtiyaç duyduğumda yanımda olsalardı.
16 Eylül 2008 Salı
Zodiac'ın Laneti
14 Eylül 2008 Pazar
Romantik Amele
13 Eylül 2008 Cumartesi
CNBC-e Yeni Sezon
10 Eylül 2008 Çarşamba
Anı Yaşa ...
Yaa bu uzun uzadıya plan program yapma, hedef belirleme vb. ameliyeleri artık bırakıyorum. Yeni felsefem SEIZE THE MOMENT ! (anı yaşa!) Bakıyorum, hayat çok değişken. Stabilzasyon yapıcam derken ömür geçiyor. Zaten benim kaderimi çizen o uğursuz ÖYS sınavından beride ne plan yaparsam yapayım alakasız noktalarda iş bitiyor. Kendimi hırpalayıp moral bozmayacağım artık.
Hayal kırıklıklarımı geride bırakıyorum ve önüme bakıcam. Neticede, (felsefe yapacak olursam) varlık sebebimizin kendi isteklerimizi yapmak değil Yaradanın isteklerini yapmak diye düşünüyorum. Tabii, bu yorumu ramazan atmosferinden etkilenerek mi yapıyorum tam emin değilim ama sonuçta böyle olduğunu düşünmek rahatlatıyor beni. Bazı şeylerin elimde olmadığına inanmak ve herşeyi kontrol etmeyi bırakmak ruhumu ve zihnimi ızdıraplardan kurtarır diye umuyorum.
Peki yeni dönemde ne yapacağım?
Valla hiç bir planım yok aslında. İlk aklıma gelen birkaç şey;
İtalyanca ya kaldığım yerden devam ederim...
Briç sezonu da açılıyor çok şükür...Turnuvalara katılırım...
Daha çok sinemeya gidip elimde birikitirdiğim filmleri izleyeceğim...Hatta LOST u gündemime bile alabilirim...Esaretin bedeli ve Forest gump ı 83 kere daha izlicem...
Tarih ve sosyoloji kitapları almaya devam edeceğim...Kafa beyni kalmayana kadar okuyup sonra da okuduklarımı unutacağım...
Canımın istemediği halde arkadaşlarla takılmayı bırakacağım. Sırf insanların kendilerini daha iyi hissetmesi için zevk almadığım konuşmaları bırakıyorum...Sadece iyi geyik yaptığım insanlarla takılıcam...
Londra'ya, Dubai'ye ve Prag'a gitmek için kendime yol arkadaşı bulmaya çalışacağım...
Daha çok tefekkür ve tasavvufa yöneleceğim...Belki de insan-ı kamil bile olurum...
CNBC-e de ki yeni dizilere bakıcam...How I met your mother ile ilgili facebook'a yorumlar yapıcam...Heroes ile ilgili gerizekalı testleri yapıp hangi hero olduğumu keşfedicem...Prison Break'teki adamların kaçış planlarına hayran olucam...Terminator, Battle Star Galactica gibi gerzek bilim kurguların saatlerinde nefret cnbce yi kapatacam...
Lig keyifli olursa LİG TV ye abone olucam...FB forması ile maçları izlicem...
Daha az Football Manager oynayacam...
Fitness'a gitsem mi diye düşünüp sonra tekrar vazgeçicem...Arkadaşların halı saha maçı organizasyonlarına iştirak edecem hatta ben organizasyon yapıcam...
Sürekli işimi değiştirmeye çalışıcam ve daha çok para veren yere geçicem...
Bütün bunları yaparken de aşık olabileceğim birini bulmayı hayal edeceğim...
8 Eylül 2008 Pazartesi
Driving Force
Görmemişler gibi İngilizce bir başlık atayım dedim. Bugün içimden öyle geldi. Gerçi aklıma bu başlığa tekabül eden türkçe kelime de gelmedi. İtiraf ediyorum. Her neyse ...
Bütün insanların kendilerini hayata bağlayan hayalleri, hedefleri ve beklentileri vardır diye tahmin ediyorum. İşte bu üçünün birleşiminden de hayatın "driving force" u ortaya çıkar. Yani, hayatını nasıl yaşamak istediğin, nasıl yaşayacağın ve nasıl yaşadığını bu 3 etmen belirler. Tabii, ben durup dururken yine klasman ve maddileştirdim hadiseyi ama iş bu kadarda basit değil maalesef.
Bir de driving force u olmayan hayatlar vardır. Bu hayatların değeri ve anlamı ne kendileri için ne de etraflarındakiler için yoktu. İşte benim hayatım şu an itibari ile bu driving force u olmayan hayatlara doğru evrimleşiyor. Hayal ve hedef kalmadı. Sadece bir kaç beklentim var. Onlarda olmazsa tam anlamıyla tüm yüklerimden kurtulacam sanıyorum.
1 Eylül 2008 Pazartesi
Büyük Hayallerin Küçük İnsanı
Benim kronikleşen deprosyonum ve süreklilik arzeden kötümserliğimin nedenini düşünürken bugün bir fikir geldi aklıma.
Ben hiç elindekileri ile yetinmeyi sevmeyen biriyim. Maddi anlamda sahip olduğum şeylerle ilgili değil bu tespitim. Maddiyatın geçici olduğunun ve tatmininin süreklilik arz etmediğinin bilincindeyim çok şükür. Kaldıki maddi olarak hayalini kurduğum çok birşey de yok.
Benim tatminsizliğim daha subjektif konularda. Bunların en başında da kariyer beklentilerim geliyor. Hayatımdaki tüm hayal kırıklıkları da, bununla ilgili konulardaydı aslında. Öğrenciyken, kendimi sürekli geliştiren rakibi olduğum kişilerin sürekli önüne geçmeyi başarabilen biriydim.
Taâki ÖYS sınavına kadar...Türkiye'nin en iyi liselerinden birine girebilmiş annesi babası eğitimli olmayan nadir kişilerde biriydim. Buna rağmen can alıcı rekabet ortamında dahi kendimi kanıtlayabilmiştim. Belki en iyi değildim ama fırsat eşitsizliğine rağmen durumum tatmin ediciydi benim için. Bu durum benim büyük hayaller kurmamı sağladı. Türkiye derecesi yapabileceğime, burslar kazanabileceğime ve etrafımda hiç kimsenin sahip olmadığı imkânlara sahip olabileceğime inanmıştım. Bunu yapabilecek gibiydim de. Ama ne olduysa o lanet olası gün birşeyler ters gitti. İstediklerim olmadı. O gün bu gündürde hep hayatımın eğimi aşağıya doğru. Giderek hayat enerjim, hayallerim ve enerjim tükeniyor.
Çalıştığım sektör tam olarak istediğim şeylerin tam tersini ihtiva eden bir sektör. Ne zeki, ne kaliteli ne de dürüst insanları bu sektörde bulabiliyorsun. Sadece birini bulursam şükredip oturucam. Ama en kötüsü bu değil, doğru dürüst performansa dayalı bir kariyer planı yapamıyorum. Öngürülebilirlik sıfırın altında. Herşey anlık olarak değişiyor ve ahbap çavuş ilişkisi ayyuka çıkmış halde. Her sektörde az ya da çok olabilecek şeyler ama ben bu konuda çok romantiğim ve bu tür tarife dışı rekabete maruz kalınca demoralize oluyorum.
Büyük şeyleri hayal etmek benim asılproblemim. Bu artık benim için bir alışkanlık. Kapasitemi zorlasam belki bazı şeyleri edebilirim ama kasmama değecek mi çoğu şey bundan emin değilim? Zira, tarife dışı engellemeler ve fırsat eşitsizliği nedeniyle istediğim şeylerin ederinden fazlasını kasmam gerekiyor.
Tabii birde, küçüklükten beri içimdeki anarşistlik var. Büyük lidere karşı olan hayranlığım ve onlar gibi büyük hedefleri olan birine dönüşemem içimde büyük bir hicran ve hatta acı. İnsanlığa hizmet etmek gibi bir ülküm olması gerekirken karnımı doyurabilmekten başka şey düşenemeyen birine dönüştüm. Hiçte idealist değilim :-(